İtiraf etmem gerekirse 2019 yılında bir dizi sever olarak dizilere çok fazla mesai harcayamadım. Bazen iş temposunun yoğunluğu, bazen sosyallik, bazen de keyifsizlik bu yıl dizilerle arama bir mesafe koydu. Bir de bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama bu yıl birkaç yapımın dışında fazla dikkat çeken işlerin çıkmadığını düşünüyorum. Hal böyle olunca ben de ilgimi en çok çekebilecek dizileri eleyerek izlemeye çalıştım. Ve en sevdiklerimi de sizler için sıralamak istedim.
İşte benim için 2019’un en iyi 10 yeni dizisi;
10. Chernobyl (HBO)
26 Nisan 1986. Pripyat şehri yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santrali’nin 4 numaralı reaktöründe gerçekleşen patlama dünya tarihinin en büyük felaketlerinden birine neden olacaktır. İşte Craig Mazin’in kaleminden çıkan bu beş bölümlük mini dizi bizi yıllar önce gerçekleşen bu patlamaya ve sonrasında yaşanan olaylara götürüyor. Facianın nedenini araştıran komisyona dâhil olan bilim insanı Valery Legasov’u merkezine alan seri, felaketi sonrası yaşananları adım adım gözlerimizin önüne seriyor. Patlamanın ardından müdahale eden itfaiyecilerden biri olan Vasily Ignatenko’nun aşırı radyasyona maruz kalmasıyla birlikte yaşadıkları, eşi Lyudmila’nın verdiği mücadele ise içimizi burkan anlar arasında. Üzerine o kadar dizide oynamasına rağmen benim için hep Mad Men’deki Lane Pryce olarak kalan Jared Harris, Valery Legasov rolüyle karşımıza çıkıyor. Stellan Skarsgård Boris Shcherbina rolünde çok iyi bir performans sergiliyor. Benim dizide en beğendiğim isim ise Lyudmila rolüne hayat veren Jessie Buckley oldu.
9. The Act (Hulu)
Son yıllarda sayıları gittikçe artmaya başlayan antoloji serilerine bu yıl Hulu platformu tarafından bir tane daha eklendi: The Act. Her sezonda ayrı bir suç hikâyesine yer verecek olan seri ilk sezonunda 2015 yılında cinayete kurban giden Dee Dee Blancharde ve kızı Gypsy Rose’un ilişkisini konu alıyor. Dizi Dee Dee’nin öldürüldüğü 14 Haziran 2015 günü komşuları Mel’in eve girmesiyle başlıyor. Ve hemen ardından yedi yıl öncesine, anne-kızın Springfield, Missouri’deki cinayetin gerçekleştiği evdeki ilk zamanlarına dönüyoruz. 2005 Katrina kasırgası sonrası evleri hasar gören Dee Dee ve Gypsy, yardım severlerin bağışlarıyla yapılan bu evde yaşamlarını sürdürmeye başlarlar. Dee Dee hasta kızıyla yakından ilgilenen şefkatli bir anne profili çizse de Gypsy’ye karşı korumacı tavırları rahatsız edicidir. Bütün ipler Dee Dee’nin elindedir, ta ki Gypsy yavaş yavaş gerçekleri anlayıncaya kadar…
Saplantılı bir annenin kızına yaptıklarını hayretler içinde izlerken bu dünyada ne garip insanlar varmış demeden kendinizi alamıyorsunuz. Escape at Dannemora’daki karakteriyle kendine hayran bırakan Patricia Arquette, bu dizide de Dee Dee rolünü muhteşem oynamış. Tabii Gypsy rolünü üstlenen Joey King’in de ondan eksik yanı yok. The Act ileriki sezonlarda hangi hikâyeleri karşımıza çıkarır bilinmez ama Dee Dee ve Gypsy’nin hikâyesiyle oldukça etkili bir giriş yaptı diyebilirim.
8. The Loudest Voice (Showtime)
We don’t follow the news, we make the news… (Biz haberleri takip etmiyoruz, haberleri yapıyoruz.) Hiç şüphesiz bir habercinin söyleyebileceği en gurur verici cümle bu olsa gerek. Fakat bunu söyleyen Roger Ailes olursa her şey daha da farklı bir anlam kazanıyor. Özellikle de bu diziyi izledikten sonra. Gabriel Sherman’ın The Loudest Voice in the Room kitabından uyarlanan bu yedi bölümlük mini dizi, Fox News’u en güçlü ve en etkili medyalardan biri haline getiren Roger Ailes’in hikâyesini konu alıyor. Dizi Ailes’in 1995’in sonlarında CNBC’deki görevini zorunlu olarak bırakmasıyla başlıyor. Ailes, güçlü medya patronlarından Rupert Murdoch’la bir araya gelerek çok kısa bir zaman dilimi içinde Fox News’u hayata geçiriyor. Ailes’ın en büyük hedefi ise muhafazakâr kesimin sesi haline gelmek.
11 Eylül saldırılarının yanı sıra 2008 ve 2016 ABD seçimlerine odaklanan seri Ailes’in kariyerini bitiren cinsel taciz suçlamalarına da yakın plan yapıyor. Haberciliğin arka planında yaşananları gördüğümüz dizi, kullanılan bir kelimeyle bile insan algısının nasıl farklı bir yöne çekilebildiğini gözler önüne seriyor. Roger Ailes’ın kadınlara uyguladığı tacizleri ve onları soktuğu psikolojik durumları izlemek ise gerçekten sinir bozucu. Söylediklerini ve yaptıklarını doğru olarak gören, manipüle etmeyi hayatının amacı haline getirmiş, kendisine karşı gelenleri en büyük düşmanı görüp onları bitirmek için elinden geleni ardına koymayan bir insan figürünü dizinin her bölümünde deneyimliyorsunuz.
Tabii burada Russell Crowe’un da hakkını vermek gerek. Görüntüsüyle de Roger Ailes profilini karşımıza çıkaran başarılı oyuncu muhteşem bir performans sergiliyor. Altın Küre’de veya diğer aday gösterildiği ödül törenlerinde ne olur bilinmez ama benim gönlümde mini dizi dalında en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanan kesinlikle kendisi. Russell Crowe’un yanı sıra Sienna Miller (Beth Ailes), Annabelle Wallis (Laurie Luhn) ve Naomi Watts da (Gretchen Carlson) canlandırdıkları karakterlerle dizide ön plana çıkıyorlar.
7. The Mandalorian (Disney+)
Bünyesine hem Marvel hem de Star Wars evrenini katan Disney, yeni yayın platformu Disney+ için bu hayran kitlesi geniş iki dünyanın serilerini bir bir karşımıza çıkarmaya hazırlanıyor. İşte bunlardan ilk hayatımıza giren ise Star Wars evreninde geçen The Mandalorian oldu. Jedi’nin Dönüşü filminin beş yıl sonrasında geçen hikâyede baş kahramanımız Mandalore gezegeninin yalnız bir savaşçısı. Yeni Cumhuriyet’in uzaklarında ödül avcılığı yaparak hayatını sürdüren bu savaşçı, bir müşteriden aldığı işle yeni bir ödülün peşine düşer. Yüklü bir ödeme alacağı bu tehlikeli görevi hakkıyla yerine getirir. Görevin sonunda teslim etmesi gereken şeyi görünce Mando ne hissetmiştir bilemem ama ben büyük bir sürpriz yaşadım.
Buradan itibaren izlemeyenler için SPOILER içerebilir
Evet, karşımıza bir anda bebek Yoda çıktı. (Bebek dediğimiz Yoda’nın 50 yaşında olduğunu belirtelim) Müşterinin bu küçük varlığa zarar vereceğini düşünen Mando onu da yanına alınca işlerin boyutu oldukça değişir. Artık başı beladan bir türlü kurtulmaz. Tabii bu zorlu maceralarda ona yardım elini uzatanlar da olacaktır. Bunların başında Galaktik Sivil Savaş döneminin tecrübeli askerlerinden Cara Dune’u görüyoruz. Bir diğeri ise “I have spoken” sözünü biz dizi severlerin dağarcığına sokan Kuiil. (I have spoken’ın yanı sıra Mando’nun meşhur sözü This is the way’i de unutmayalım.)Bu arada dizide ödül avcısı Mando’ya hayat veren Pedro Pascal’ın sadece sesiyle yetiniyoruz çünkü Mandaloreli savaşçılar sürekli kasklarıyla hayatlarını sürdürüyorlar. Gina Carano’yu Cara Dune rolünde izlerken, Kuiil’e sesiyle hayat veren isim ise Nick Nolte. Dizinin hem yaratıcısı hem başyazarı hem yürütücü yapımcısı görevlerini üstlenen Jon Favreau, gerçekten keyifle izlenecek bir seri ortaya çıkarmış. Hele ki bebek Yoda’yı izlemek insana ayrı bir mutluluk kaynağı veriyor.
6. When They See Us (Netflix)
18 Nisan 1989 gecesi. New York Central Park’ta koşuya çıkan Trisha Meili adındaki genç bir kadın darp edilmiş ve tecavüze uğramış bir şekilde bulunur. O akşam parkta bulunan gençlerden beşi, olay yerinde hiçbir kanıt olmamasına rağmen haksız yere mahkûm edilir. Yaşları 14-16 arasında olan, siyahi ve İspanyol kökenli olan bu beş genç polisin sorgulamalardaki baskıları sonucu suçu üstlenmek zorunda kalmıştır. 12 gün boyunca komada kalan genç kadın ise olaya dair hiçbir şey hatırlamamaktadır. 2002 yılında ise Matias Reyes adındaki bir mahkûm bu olayın gerçek suçlusu olduğunu açıklar. Masum olan bu beş genç ise en güzel yıllarını işlemedikleri bir suç yüzünden hapiste geçirmek zorunda kalırlar. İşte When They See Us, Central Park Beşlisi olarak tarihe geçen bu davanın adım adım nasıl ilerlediğini, olayın yaşandığı günden itibaren bize aktaran bir mini dizi.
Dört bölüm olarak yayınlanan dizide olayların ilerleyişini gördükçe “adaletin bu mu dünya” demeden kendinizi alamıyorsunuz. Yapımcı ve yönetmen Ava DuVernay’nin bir mini diziye dönüştürdüğü bu gerçek hikâye oyunculuklarıyla da ön plana çıkmayı başardı. Özellikle son bölümde suçlu bulunan gençlerden Korey Wise’ın hapishanede yaşadıkları Jharrel Jerome’un performansından çok etkileyici bir şekilde anlatılmakta. (Jharrel Jerome dizideki rolüyle 2019 yılında gerçekleşen 71. Emmy Ödülleri’nde Mini Dizi ya da Televizyon Filmi kategorisinde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı.) Sadece Jerome değil, diğer tüm oyuncular da rollerinin hakkını fazlasıyla vermişler. Altın Küre’de adaylığı olmazsa olmasın, her şekilde bu senenin en iyilerinden.
5. Catch-22 (Hulu)
2. Dünya Savaşı’nda geçen dizilere oldum olası ayrı bir ilgim olmuştur. Seneler evvel izlediğim Band of Brothers ve henüz birkaç sene önce keşfettiğim Unsere Mütter, Unsere Väter beni gerçekten çok etkilemişti. Ve şimdi bu iki sevdiğim dizinin yanına bir tane daha eklendi: Catch-22.
Joseph Neller’ın aynı adlı romanından uyarlanan bu altı bölümlük mini dizi, 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikan ordusunda bombardıman uçağı pilotu olan Yossarian’ın etrafında şekillenerek ilerliyor. Yo-Yo (Yossarian) bir an önce uçuş sayılarını tamamlayıp savaş ortamından kurtulmak isteyen bir savaş pilotu. Fakat verilen kararlarla uçuş sayıları sürekli artırılır. Yo-Yo görevlerinden kaçınmak için herhangi bir girişimde bulunduğu takdirde Madde 22’yle karşı karşıya kalır. Eğer bir kişi tehlikeli savaş uçuşlarını yapmaya istekli bir şekilde devam ediyorsa aklını kaybetmiş olarak kabul edilir. Fakat görevden çıkarılmasını talep etmesi aklını kaybetmediğinin kanıtıdır ve görevden alınması mümkün değildir. Bu yüzden Yo-Yo kendisini bir döngünün içinde bulur.
Dizide bir bölüm içinde yaşanan olaylar zinciri izleyenleri farklı duygular içine sokmayı çok güzel başarıyor. Komik olayların karşınıza çıkabileceği dizide bir anda gerçekleşen bir olay sizi oldukça hüzünlendirebiliyor. Savaşın yarattığı ortamın genç pilotlara nasıl yansıdığını gözlemleyebiliyorsunuz.
Girls’de severek izlediğim Christopher Abbott, dizide Yo-Yo rolüne hayat veriyor. Kyle Chandler, George Clooney ve Hugh Laurie de değişik karakterlerle karşımıza çıkıyorlar.
4. Modern Love (Amazon Prime)
The New York Times’ın aynı adı taşıyan köşesinden uyarlanan bu yeni antoloji serisi her bölümünde bize aşkın farklı durumlarını yansıtıyor. Kendi adıma söylemek gerekirse, ana teması aşk olan bir yapım izlemeyi ne kadar özlemiş olduğumu fark ettim. Her bölümde insanı ayrı bir duygu yoğunluğuna sokmayı başaran seride beni en etkileyen hikâye ise When Cupid Is a Prying Journalist adındaki ikinci bölümdü. Catherine Keener ve Dev Patel’in başrolünde yer aldığı bölüm bize bir tanesi hüzünlü bir tanesi de mutlu biten iki farklı aşk hikâyesini karşımıza çıkardı.
Etkilendiğim bir diğer hikâye ise Cristin Milioti ve Laurentiu Possa’nın yer aldığı When the Doorman Is Your Main Man adını taşıyan ilk bölüm. Zaten ilk bölümde yaşadığınız o duygu yoğunluğu ister istemez diğer tüm bölümleri de izleme dürtüsü oluşturuyor. Dizide tek beğenmediğim ise Rallying to Keep the Game Alive adını taşıyan dördüncü bölümdü. Sonu bağlanamayan hikâyede Tina Fey ve John Slattery gibi iki başarılı ismi harcamak yazık olmuş. Ama yine de bütününe bakınca 2019’un en iyileri arasında yer almayı hak eden bir yapım.
3. The Witcher (Netflix)
Andrzej Sapkowski’nin daha önce başarılı bir video oyunu serisine uyarlanan fantastik kitap serisi The Witcher, Henry Cavill’in başrolünde bir diziye dönüştü ve iyi ki de dönüştü. Peki, nedir bu The Witcher’ın konusu derseniz, size spoiler vermeden açıklamaya çalışayım. Bir mutant olan canavar avcısı Rivyalı Geralt, insanların yaratıklardan daha kötü olduğu bir dünyada kendi yerini bulmaya çalışır. Değişik yaratıkların karşısına çıktığı işleri başarıyla hallederken, kader kendisini bir şekilde güçlü bir büyücü olan Vengerbergli Yennefer’a ve Cintralı Prenses Cirilla’ya bağlar. Tabii bu arada yaşanan olaylar da ayrı bir heyecan verici. Video oyununun tutkunu olan ve diziye dönüştürüleceğini öğrendiği anda bu hikâyede yer almak istediğini her röportajında belirten Henry Cavill görüntüsü, oyunculuğu ve ses tonuyla muhteşem bir Rivyalı Geralt karakteri karşımıza çıkarıyor. Yennefer rolündeki Anya Chalotra ve Cirilla rolündeki Freya Allan da başarılı bir performans ortaya koyuyorlar. Dizide benim çok sevdiğim bir karakter var ki onu da atlamak istemiyorum: 2. bölümden itibaren gezgin ozan olarak Geralt’ın karşısına çıkan Jaskier. Joey Batey‘nin canlandırdığı Jaskier ve Geralt’ın bir arada olduğu sahneler gerçekten çok keyifli.
En önemlisi de bir Netflix dizisi olduğu için her hafta yeni bölüm bekleme sancıları çekmeden bütün bölümleri bir çırpıda izleyip ilk sezonun hikâyesini tamamlayabiliyorsunuz.
Tabii dizinin başlamasıyla birlikte ‘ne söylesek ne yazsak da diziyi kötülesek’ güruhu ortaya çıkmadı değil. Game of Thrones’un yanından bile geçemezcilerden tutun da Henry Cavill’in kafasındaki peruğa bile takanlar var. (Ki bu gözler ne dizilerde ne peruklar gördü; mesela Arrow’un geri dönüş sahnelerindeki Oliver Queen perukları. Ha bir de Game of Thrones’la kıyaslamak niye, birbirinden farklı iki hikayenin nesini kıyaslıyorsunuz…)
Belki kitap serisini okuyan ya da video oyununu oynayan çoğu kişiyi tatmin etmemiş olabilir ama benim için bu yıl zevkle izlediğim dizilerden biri oldu.
2. Watchmen (HBO)
Alan Moore’un çizgi romanından 2009 yılında sinemaya uyarlanan Watchmen, bu yıl Damon Lindelof uyarlamasıyla bir dizi haline dönüştü. Çizgi romanını okumadan, filmini izlemeden bu dünyaya giriş yapmak benim için farklı bir deneyim oldu. Anlatım tarzı ve görselliğiyle dikkat çeken dizi alternatif bir tarihte geçiyor. Alternatif tarih dediğimiz 2019 ama nasıl bir 2019. Süper kahramanların yasadışı görüldüğü, internetin olmadığı, Robert Redford’un Başkan olduğu, ırkçı gerilimlerin fazlasıyla yer aldığı bir Amerika Birleşik Devletleri düşünün. Hikâyenin merkezi ise Tulsa, Oklahama. 1921’de yaşanan Tulsa Katliamı’ndan 98 yıl sonra maskeli polis memuru Charlie Sutton, Yedinci Süvari adını taşıyan ırkçı grubun bir üyesi tarafından vurulur. Yedinci Süvari, 2016 yılının Noel arifesinde Tulsa’daki 40 polisin evine saldırı düzenlemiş ve bu saldırıda sadece iki kişi hayatta kalmıştır: Amir Judd Crawford ve dedektif Angela Abar. Hatta bu saldırıdan sonra polislerin kimliklerini koruyabilmeleri için maske takmaları şart olmuştur. İşte Angela ve Judd bu suçluyu bulmak için harekete geçerler. Aslında bu saldırı birçok gerçeğin ortaya çıkmasını sağlayacak bir olaylar zincirini başlatır. Hikâye ilerledikçe kendimizi Dr. Manhattan ve Adrian Veidt yani namı diğer Ozymandias’ın bulunduğu bir dünyanın içinde buluruz.
Geri dönüşlerin yer aldığı bölümlerle neler olduğunu daha iyi kavrayabildiğimiz dizi yine çoğu izleyen tarafından beğenilmese de oyuncu kadrosuyla benim için göz dolduruyor. Daha önce The Leftovers’da Damon Lindelof’la çalışan Oscar ödüllü oyuncu Regina King’i Angela Abar rolünde izliyoruz. Jeremy Irons ise Adrian Veidt rolüne hayat veriyor. Jean Smart Laurie Blake, Tim Blake Nelson ise Wade Tillman / Looking Glass olarak karşımıza çıkıyor. Dizinin ilk bölümünü oyunculuğuyla alıp götüren isim ise Judd Crawford karakterinde izlediğimiz Don Johnson. Kendi adıma söyleyebilirim ki, keşke Don Johnson’a birkaç bölümde daha yer verilebilseydi. Dizinin ikinci sezonu olur mu, olursa da nasıl bir hikâye çıkar bilmem ama bu sezonla benim en iyilerim arasında yer almayı başardı.
1. The Morning Show (Apple TV+)
Kasım ayında yayın hayatına iddialı yapımlarla başlayan Apple TV+, dizi piyasasındaki rekabeti biraz daha kızıştırmayı başardı. Ve o yapımların arasında bir tanesi var ki, benim gözümde bu senenin en iyi yeni drama dizisi olmayı hak etti. The Morning Show ismini duyunca bir sabah programı arkasında yaşananları gösteriyordur deyip geçebilirsiniz ama bu dizi bundan daha fazlasını karşınıza çıkarıyor. Çoğunuzun hatırlayacağı üzere 2017 yılında The New York Times’da çıkan bir yazıyla film yapımcısı Harvey Weinstein’ın, oyuncuların da aralarında bulunduğu birçok kadını taciz ettiği ortaya çıkmıştı. Ve bu olay tüm dünyayı etkilemeyi başaracak #MeToo hareketinin başlamasına vesile oldu. İşte bu hareketi merkezine alarak hikâyenin örgüsünü oluşturan dizi, Amerika’nın en sevilen sabah programı sunucularından Mitch Kessler’ın bir cinsel taciz skandalı sonucu işten kovulmasıyla gelişen olayları konu alıyor. Bu skandalın hemen ardından kamera önünde ve arkasında yer alan ekibin hayatı nasıl etkileniyor adım adım izlemeye başlıyoruz. Hem de en çarpıcı biçimde. Bir yanda taciz skandalının patlamasıyla hayatı alt üst olan ve adını temize çıkarmaya çalışan Mitch Kessler, bir yanda 15 yıllık program partneri Mitch’in işten çıkarılmasının şokunu yaşayamadan kendini bir anda kariyerini kurtarma çabasında bulan Alex Levy, bir yanda da viral bir videoyla yerel muhabirlik kariyeri istemeden The Morning Show’un sunucusuna dönüşen Bradley Jackson. Ve tabii Mitch’in tacizlerine maruz kalan çalışma arkadaşlarının değişen hayatları.
Hikâyenin bu kadar güçlü bir şekilde yansıtılmasında oyuncu kadrosunun payı çok büyük. Kendi adıma söylemem gerekirse Jennifer Aniston’ı yeniden bir dizide izlemeyi çok özlemişim. Alex Levy rolüne hayat veren Jennifer Aniston’ın başarılı performansı dizinin özellikle son bölümünde gözümüzün içine giriyor. Bradley Jackson rolünde izlediğimiz Reese Witherspoon da rolünün hakkını verenlerden. Fakat dizinin başrolünde üç erkek oyuncu var ki onlardan bahsetmeden geçemeyeceğim. Mitch Kessler rolüyle karşımıza çıkan Steve Carrell, komedinin yanı sıra dramda da bir o kadar yetenekli olduğunu dosta düşmana gösteriyor. Goliath’ın 2. sezonunda dizi dünyasının belki de en ilginç karakterlerinden Tom Wyatt’a hayat veren Mark Duplass, sabah programının yapımcısı Chip Black rolünde yine çok iyi bir oyunculuk sergiliyor. Haber bölümünün başkanı Cory Ellison’a hayat veren Billy Crudup ise diziye bu kadar müptela olma nedenlerimden biri diyebilirim. Uzun zamandır güzel bir dram izleyemediğim dizi dünyasında The Morning Show benim bu yıl en sevdiğim yapım oldu.