Bir Soygunun Anatomisi: La Casa De Papel Üzerine

4125
La Casa De Papel

Hani “Sağır sultan bile duydu” diye bir deyim vardır, herkesin haberinin olduğu konular için kullanılır. La Casa De Papel de işte ülkemizde hakkında konuşmayan ancak 4-5 kişinin kaldığı (elbette mübalağa ediyorum) 2018 yılının şimdilik en popüler dizisi. Öyle bir fırtına gibi esti, dizi öylesine popüler oldu ki bu onu biraz “unpopular” hale bile getirmiş olabilir – insanlar henüz izlemeden bıktırıldılar. Neyse ki bir şeyi popüler olduğu için izleyen ya da popüler olduğu için izlemeyen biri değilim; dolayısıyla diziyi izledik.

Dizi ister iyi, ister kötü, ister abartılmış olsun yine de Amerikan yapımlarının açık ara baskın olduğu bir sektörde insanların farklı ülkelerin yapımlarına ilgi gösteriyor olmasını mutluluk verici buluyorum. Bu açıdan Netflix’in Dünyanın hemen her yerinden, farklı kültürlerden yapımları hayatımıza dahil etmiş olması gerçekten takdir edilmesi gereken bir lütuf, benim için. Yeniliğe, farklılığa açık olmak iyidir; insanı kendini geliştirmeye yönlendirir – izleme keyfi açısından olsa bile…

Bu yazıda uzun uzadıya La Casa De Papel’in nasıl bir dizi olduğunu anlatmayacağım, artık bunu bilmeyen kalmadı ne de olsa. Bu yazıda sadece diziyi izlerken aklımdan geçen düşüncelerden bahsetmek istiyorum.

La Casa De Papel bir “perfect crime” hikayesi. Özellikle ilk 2 bölümü fazlasıyla ilgi çekici ve kendinizi hikayenin içerisinde buluveriyorsunuz. Dizi sürpriz unsurunu çok başarılı bir şekilde kullanıyor. Aslında Ocean’s Eleven tarzında, farklı ve sevilesi karakterler ile çekici hale gelen; hırsız – polis arasında bir kedi fare oyununun yaşandığı tarz yapımları seven hemen herkesin hoşuna gidebilecek bir dizi. Henüz ilk bölümden kendinize özdeşleşebileceğiniz bir karakter seçiyorsunuz – benim ki bu dizide Berlin idi (ilerleyen bölümlerde de Nairobi). Ve nedense normal hayatımızda namus timsali(!) olan hepimiz, böyle dizilerde hep suçluların kazanmasını istiyoruz 🙂

Kedi – fare oyunu çok güzel işlenmişti dizide. Her ne kadar ilk bölümlerin ardından dizi “sıradan” bir hal alıp, ivme kaybetse de, arada karşımıza çıkan sürprizler, “Aaa demek bunu da düşünmüş, vay beee” anları ile dizi akıcı şekilde izleniyor. Diziye dair tek bir ciddi problem var; hikayeye insan ilişkilerini dahil edeceğim, suçlu ile rehine arasına diyalog koyacağım derken, mevzunun abartılıp tamamen gerçek dışı bir hale getirilmiş olması. Maalesef bu durum dizinin inandırıcılığını yitirip, yer yer “Yok artık daha neler!” dedirtecek bir hale getiriyor.

Dizi içerisine yerleştirilmeye çalışılan ikili ilişkiler bir çift ile sınırlı kalsa belki bu kadar saçma bulmazdım. Ama bir değil, iki değil, üç değil, dört çift oluşturulmaya; dört çift arasında bir çeşit “yakınlaşma” kurulmaya çalışılmış. Sadece 4 -5 gündür birbirini tanıyan insanlar evlilik planı yapıyor, hayatlarını birlikte geçirme kararı alıyor daha da önemlisi tüm hayatlarını ve geleceklerini riske attıkları ve aylardır üzerinde çalıştıkları soygun planını tehlikeye atıyorlar!

Profesör gerçekten zeki bir adam, planı güzelce uygulamaya sokuyor. Ancak birlikte çalışmak için seçtiği insanlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Tamamen duygularıyla (ve hatta dürtüleriyle) hareket eden bu insanlar soygunu defalarca riske attılar ve kesinlikle profesyonelce davranmadılar. Berlin haricinde diyeceğim ama onun da bazı saçmalıkları ortaya çıkmadı değil. Neyse, spoiler vermeyelim, konuyu da daha fazla dağıtmayalım. Soyguncu ekibimizdeki karakterlerden bazıları (Baş harfi Tokyo) gerçekten insanı sinir hastası yapacak nitelikteydi.

Eğer dizideki karakterlerin geçmişine biraz daha değinilseydi ve ikili ilişkiler için geçmişten bazı adımlar atılmış olsaydı dizi çok daha başarılı olabilirdi benim açımdan. Bu kadar büyük hislerin 4-5 gün içerisinde gelişmiş olmasını maalesef sadece “Stockholm Sendromu” ya da “İlk görüşte aşk” ile anlamlandırmak mümkün değil.

Diziyi antikapitalist, muhalif, sol simgelerle değerlendirmek mümkün olabilir, beni oradan yakalayamadı maalesef. Ancak belki pek çok izleyenin dikkate almadığı başka çok önemli vurgular vardı bu dizide ve asıl beğendiğim noktalar da bunlar oldu. Polis müfettişi Raquel Murillo (Itziar Ituño) üzerinden güzelce aktarılan kadına karşı şiddet mevzusu ve özellikle erkek egemen mesleklerde insanın gözünün içine sokularak yapılan cinsiyetçilik… Raquel meslek sahibi, başarılı bir kadın ancak eşi tarafından yıllarca şiddet görmüş ve bu şiddet küçük dozlarda başlayarak (giydiği kıyafetlere karışılması gibi) zamanla iyice artmış ve en sonunda hayatının bir parçası haline gelmiş. Raquel’in kendi ağzından dinlediğimiz bu hikaye gerçekten çok çarpıcı idi. Diğer taraftan kadın işini yapmaya çalışırken sürekli kadın olması üzerinden yapılan aşağılamalar (“Regl döneminde misin? Menopoza mı girdin?”) da bir o kadar sinir bozucu ve gerçektiler.

Dizi çekimleri zamanla “Amerikanvari” bir hal aldı, final de tam olarak o şekilde yapıldı. Doyurucu bir final miydi? Evet. Daha iyi olabilir miydi? Ona da evet… La Casa de Papel’in bu kadar popüler olması normal mi? Kesinlikle hayır. Bence bu dizinin Türk izleyici tarafından neden bu kadar izlendiği ve sevildiği bir sosyo-politik araştırmaya bile konu olabilir!