Sesiyle, müziğiyle, tavrıyla, stiliyle yıllar boyunca ilham olan bir isim Elvis Presley. O kimilerine göre hâlâ yaşıyor, kimilerinin ise müzik kariyerine başlama nedeni. Belki de dünyada en çok taklit yarışması yapılan kişi. Malikânesi Graceland ise ABD’de Beyaz Saray’dan sonra en çok bilinen ve ilgi gören yer. O Rock’n Roll müziğin kralı, hatta kısaca Kral. Ölümünün üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen hayranları tarafından bu kadar tutkuyla sevilen ender müzisyenlerden bir tanesi. Elvis Presley 42 yıl süren yaşamıyla filmlere, belgesellere ve televizyon programlarına da her zaman konu olmayı başardı. İnişler ve çıkışlarla dolu bu yaşam bu defa 2022 yılında Moulin Rouge! ve The Great Gatsby filmlerinin yaratıcısı Baz Luhrmann’ın gözünden bir sinema filmine dönüştü. Bu yılın en çok konuşulacak filmlerinden biri olan Elvis, 24 Haziran Cuma itibariyle ülkemizde de gösterime girdi. Filmin başrollerinde ise Austin Butler ve Tom Hanks yer almakta.
Elvis: Konusu
Filmde Elvis Presley’in hayatını gizemlerle dolu menajeri Albay Tom Parker’ın anlatımıyla izliyoruz. Doğumundan itibaren yaşamına tanık olduğumuz filmde, Tupelo-Mississippi’de geçen çocukluk yıllarının ileriki zamanlarda müziğine nasıl bir etkisi olduğunu da gözlemlemiş oluyoruz. Ve tabii bir gün şans eseri hayatını değiştiren Albay Tom Parker’la karşılaşması. Parker, country şarkıcısı Hank Snow için düzenlediği turne sırasında Elvis’in adını duyar ve bu genç yeteneğin peşine düşer. Bu buluşma ikisinin hayatını hiç tahmin edemeyecekleri bir şekilde değiştirecektir. Şöhret basamaklarını çıkmaya başlayan Elvis sesi ve kendine has hareketleriyle her yaştan kadın ve erkeğin dikkatini çekerken bazı tutucu kesimler tarafından da bir nevi “muzır” ilan edilmekten geri kalmaz. Elvis the Pelvis lakabının çıkışı da bu şekilde gerçekleşmiş olur.
Albay’ın ısrarları ve baskılar yüzünden tarzını değiştirmek zorunda kalsa da ne kendisi ne de hayranları bu yeni Elvis’ten memnun değildir. Zincirleri kırmanın bedeli ise askere yazılmak olacaktır. İsteğinin dışında gelişen bu dönemde kendisine etki edecek önemli bir kişi daha hayatına dâhil olur: Priscilla. Nihayet askerlik görevi biter, yükselen müzik kariyerine bir de sinema eklenir. Bu defa Hollywood’da bir Elvis Presley fırtınası esmeye başlar. Şarkılar, filmler, turneler derken yıllar geçer. Müziğe yön veren yeni isimler ortaya çıkmış, Elvis’in kariyeri de bir duraklamaya girmiştir. Ve işte kızı Lisa Marie’nin doğduğu 1968 yılında NBC kanalı için hazırlanan özel bir program Elvis’in geri dönüşü olur. Kral bu dönüşten mutludur fakat artık Amerika’nın dışına da çıkmalı ve tüm dünyadaki hayranlarına ulaşmalıdır. Fakat bu arzusu ne yazık ki Albay’a takılacaktır. Albay’ın çözümü ise uydudan tüm dünyaya yayılacak özel bir TV programı olur: Aloha From Hawaii. Elvis o çok istediği Japonya ve Avrupa turnesine belki çıkamaz ama tüm hayranları bu özel programla televizyondan bile olsa ona ulaşmayı başarır. Bu arada Albay’ın kendisine büyük bir lütfu mu yoksa büyük bir kazığı mı diyeceğimiz Las Vegas performansları da başlamıştır. Fakat bitmek bilmeyen Las Vegas günleri Kral’ı hem fiziksel hem de mental çöküşe sürükleyecektir.
Filmde Elvis rolüne hayat veren Austin Butler, bu rol için ilk ismi açıklandığında acaba üstesinden gelebilecek mi sorusunu hiç şüphesiz birçok kişiye sordurmuştur. Ben bile kendisini ilk defa The Carrie Diaries’de izlediğim bu genç oyuncunun nasıl o kadar kişi arasından seçildiğine bir türlü anlam verememiştim. Fakat Butler’ın performansı tabiri caizse bu düşüncemi bana çiğ çiğ yedirdi. Dile kolay, efsaneye dönüşen bir insana hayat vereceksin ve bu kişi de Elvis Presley olacak. Kendisi yapım süresi boyunca nasıl süreçlerden geçti bilmiyorum ama bildiğim tek bir şey var, o da Kral’ı tüm benliğinde hissettiği. Duruşuyla, bakışıyla, sahnedeki hareketleri ve hatta sesiyle izleyiciyi kesinlikle büyülüyor. Ki geçtiğimiz günlerde filmin yönetmeni Baz Luhrmann’ın paylaştığı 2019 yılına ait bir kamera test kaydı da bunun bir nevi kanıtı niteliğinde.
Austin Butler’a bu performansıyla bir Oscar çıkar mı bilemiyorum ama Altın Küre’de müzikal/komedi dalında en iyi erkek oyuncu ödülünü kimselere bırakmayacaktır. Ve tabii Elvis’in esrarengiz menajeri Albay Tom Parker rolünde izlediğimiz Tom Hanks. Makyaj ekibinin harika çalışması ve Hanks’in muhteşem performansı izleyenlere sinir zıplatan sinsi bir Albay karakteri sunuyor. Elvis’in hayatındaki en önemli insanlardan biri olan eşi Priscilla rolünde ise Olivia DeJonge’u izliyoruz.
Filmde Elvis’in annesi Gladys’i Helen Thomson, babası Vernon’ı Richard Roxburgh canlandırmakta. Luke Bracey ise Jerry Schilling rolünde. Natasha Bassett Elvis’in ilk kız arkadaşı Dixie Locke rolünü üstlenirken, David Wenham Hank Snow rolüyle karşımıza çıkıyor. Power of the Dog filmindeki performansıyla en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü alan Kodi Smit-McPhee ise az ama öz gözüken Jimmie Rodgers Snow rolüyle yine göz dolduruyor.
Ve tabii Elvis’in müziğine ilham olan Afro-Amerikan sanatçıları da atlamamak lazım. Kelvin Harrison Jr. B.B. King, Alton Mason Little Richard, Yola Sister Rosetta Tharpe, Shonka Dukureh Big Mama Thornton, Gary Clark Jr. Arthur Crudup rolleriyle bir o kadar başarılı. Bu performansların arasında benim en çok etkilendiğim ise Little Richard ve Tutti Frutti oldu.
Yönetmen Baz Luhrmann ise Moulin Rouge! ve The Great Gatsby’de olduğu gibi bu filmde de izleyiciyi daha ilk dakikasından itibaren hikâyenin içine almayı başarıyor. Filmin neredeyse her bir sahnesi ayrı bir sanat eseri gibi. Olay geçişleri arasında kimi zaman gördüğümüz gerçek görüntüler de aslında o yaşananları ne kadar birebir anlatmaya çalıştığının göstergesi. Hayranların konserler sırasında gösterdiği tepkilerden tutun da televizyon program çekimleri ve Las Vegas şovlarına kadar yaşanan her şey izleyeni gerçekten Elvis’in dünyası içinde hissettiriyor. Özellikle 1968 yılında çekilen NBC özel programı ve bu programdaki If I Can Dream performansı filmin en etkili anlarından biri. Ailesiyle olan ilişkiler de çoğu zaman hikâyenin merkezinde yerini alıyor. Filmde Elvis’in şöhret basamaklarını çıkışını izlerken Amerika’da yaşanan olaylara da değinilmiyor değil. Özellikle de ırkçılık. O dönemde yaşananları izleyicinin gözüne sokmadan aktarabilmek de ayrı bir başarı.
Ve tabii Elvis’in nevi şahsına münhasır kostümleri. Takım elbiselerinden pelerinlerine, gözlüklerinden kemerlerine kadar her şey Elvis’i size yaşatıyor. Filmin bu olağanüstü kostümleri ise Moulin Rouge! ve The Great Gatsby ile ikişer Oscar kazanan yapım ve kostüm tasarımcısı Catherine Martin’e ait. (Kendisi ayrıca Baz Luhrmann’ın da eşi oluyor.)
Filmin süresi 2 saat 39 dakika. Biraz uzun mu derseniz evet ama sonuçta anlatılan da Elvis’in hayatı, gülü seviyorsanız dikenine katlanacaksınız. (Bu arada Baz Luhrmann geçtiğimiz günlerde filmin dört saatlik bir versiyon olarak elinde olduğunu fakat bunu beyazperde için 2 saat 39 dakikaya indirmek zorunda kaldığını açıkladı. Filmde azaltılan ve kesilen sahneler neler derseniz; Elvis’in müzik grubuyla olan ilişkisi, ilk sevgilisi Dixie’yle yaşadıkları ve ABD Başkanı Richard Nixon’la gerçekleştirdiği meşhur görüşme…)
Elvis: Son Söz
Bu filmi izlemek için illaki bir Elvis hayranı olmak zorunda değilsiniz. Müziği seviyorsanız, Baz Luhrmann’ın filmlerinde yarattığı o büyülü dünyaya hayransanız mutlaka izlemelisiniz. Ve filmi izledikten sonra büyük ihtimalle bir Elvis şarkısı kafanızın içinde tekrar tekrar çalacak. Benim şarkım Suspicious Minds oldu, bakalım sizinki ne olacak. (Filmin soundtrack’ini de gözden kaçırmayın tabii.) IMDB puanı şimdilik 7.8 olan filme benim puanım 8.5. İzleyecek olanlara şimdiden keyifli seyirler dileyerek, filmde de geçen ve yıllar içinde kült haline dönüşen meşhur bir sözle yazıyı bitirelim: Elvis has left the building…