Filmekimi 2019: Dizi-Mania’nın Önerdiği 10 Film

1977

Sonbahar aylarının vazgeçilmez festivali Filmekimi, bu yıl 18. kez düzenleniyor. Festival sinemaseverleri Cannes, Venedik ve Toronto başta olmak üzere yaz festivallerinin öne çıkan filmleriyle buluşturacak.

18. Filmekimi, bu yıl 4-13 Ekim tarihlerinde İstanbul’da başlayarak, 11-15 Ekim’de Ankara’da, 18-22 Ekim’de ise İzmir’de sinemaseverlerle buluşacak. İstanbuk’da festivalin gerçekleşeceği sinema salonları yine aynı: Atlas, Beyoğlu, Cinemaximum City’s Nişantaşı, Rexx ve Kadıköy. Bu yıl bilet satışları 28 Eylül Cumartesi günü itibariyle başlayacak. (Detaylar şurada)

Festivalde bu yıl 64 adet farklı tarzdan, farklı ülkeden film yer alıyor. Bazıları zaten izleyicilerin uzun zamandır heyecanla beklediği filmler, bazıları Türkiye’de gösterime ilerleyen günlerde girecek. Ancak şu bir gerçek ki, festivalde film takip etmenin tadı her zaman bir başka 🙂 Bu sebeple ben de dün gittimi Rexx sinemasından festival katalogumu aldım. Üzerinde biraz çalıştıktan sonra da, bu yıl #Filmekimi’nde en çok ilgimi çeken yapımları belirledim. Hepsine bilet alıp gidebilecek miyim bilinmez, ancak bir şekilde tüm bu filmleri izlemek istediğim de bir gerçek.

Buyurun Filmekimi 2019 için hazırladığım (oldukça kişisel sebeplere ve beğenilere dayanak) 10 filmlik liste:

Nina Wu

Tayvanlı bağımsız sinemacı Midi Z, kara film estetiğini gözalıcı bir sinematografiyle birleştiren son filminde sinema sektöründe kadınların karşılaştığı zorlukları genç bir oyuncu üzerinden ele alıyor. Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde ilk gösterimi yapılan filmin senaryosunu ana karakter Nina Wu’yu da canlandıran Wu Ke-Xi, yönetmen Midi Z ile birlikte yazdı. Wu Ke-Xi, Hollywood’dan çıkan #MeToo hareketinden esinlenerek kendi sarsıcı deneyimlerini de senaryoya kattı. Yıllarca küçük roller üstlendikten sonra sinemada ilk büyük çıkışını gerçekleştirmeye çalışan Nina Wu, sonunda başrolü 1960’larda geçen bir casus filminde bulur. Çekimlerin zorluğu, filmin cinsiyetçi yaklaşımı bir yana, yönetmenin psikolojik baskısı aile sorunlarıyla birleşince Nina Wu’nun ruh sağlığı kötülemeye başlar.

Neden seçtim?
Nina Wu; Tayvan, Malezya, Myanmar ortak yapımı bir film ve Filmekimi 2019 seçkisi içerisindeki tek Güney Doğu Asya filmi. Son dönemde özellikle bu bölgeden filmler izlemeyi çok istiyorum, bu sebeple bu filmi benim için kaçırılmayacaklar arasında.


Savunma Sanatı (The Art of Self Defense)

Karate dünyasında geçen bu kara komedinin başkahramanı bir gece motosikletli bir çete tarafından kıstırılıp dövülerek soyulan ürkek muhasebeci Casey. Kendini korumak adına mahallesindeki karate dojo’suna yazılan Casey, kısa sürede ilerler ve kendini gösterdikçe dojo ustasının gizemli gece derslerine katılmaya hak kazanır. Maço kültürünü absürt noktalara uçuran alfa erkekler, biraderler, egzersizler, gerçek erkeklikle dolu bu ter kokulu, cesur, sıra dışı komedi “yumruklarla tekme, ayaklarla yumruk atmanın önemini” anlatıyor.

Neden seçtim?
1- Başroldeki Jesse Eisenberg‘e karşı hissettiğim manasız sempati.
2- Amerikan yapımı bir kara komedi oluşu 🙂


Frankie

Portekiz’in şatolarla dolu kasabası Sintra’da, tek bir günde geçen bu aile dramına adını veren Frankie, ya da gerçek adıyla Françoise, dünyaca ünlü bir oyuncudur. Frankie, çok önemli bir şey açıklayacağını söyleyerek ailesini ve arkadaşlarını ormanlar içindeki bu masalsı kasabaya çağırır. Yaz gecesi ilerlerken eşler, eski eşler, çocukları ve arkadaşları arasındaki gizli ve açık sırlar, arzular, ilişkiler, mesafeler ve pişmanlıklar ortaya çıkar. Cannes’da ilk gösterimini yapan Frankie, daha önce izlediğimiz Keep the Lights On / Işık Açık Kalsın ve Little Men / Küçük Adamlar filmlerinin yönetmeni Ira Sachs’in yeni filmi. Frankie’yi canlandıran ve en son Greta’da izlediğimiz Isabelle Huppert’e Brendan Gleeson’dan Jérémie Renier’ye ünlü oyuncular eşlik ediyor.

Neden seçtim?
Sintra, Portekiz seyahatim sırasında gördüğüm muhteşem bir yer. Bu konum filme eminim ki büyüleyici ve gizemli bir hava katacak. Ayrıca tek günde ya da tek mekanda geçen işleri hep çok sevmişimdir. + Isabelle Huppert & Marisa Tomei.


İlk Aşk (First Love / Hatsukoi)

Sinemanın en aşırı, en ele avuca sığmaz, tartışmalı yaratıcılarından Takashi Miike’nin Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde gösterilen son filmi ve 90. yapıtı. İzleyiciyi şaşırtacak ve sarsacak sürprizleri filmlerinden esirgemeyen Miike manga, samuray, korku ve canavar filmlerinden bu kez aksiyon-macera-yakuza diyarına geçiş yapıyor. Tek bir gece boyunca Tokyo’da geçen filmde, beyin tümörü teşhisi konulan bahtsız bir boksör, masum bir telekıza âşık olur. Ama kötü adamlar tabii ki peşlerini bırakmaz. Mafya ve kara film öğeleri, şiddet, romantizm ve komik sekanslarla dolu bu amansız “ucuz roman” akıl almaz cinayetler, hayaletler, animasyon bölümlerle çok hareketli, çok eğlenceli ve çok kanlı.

Neden seçtim?
Her ne kadar çoğu zaman üslubunu biraz “aşırı” bulsam da, Takashi Miike ismine denk geldiğimde durup dikkat kesildiğim bir yönetmen. Bu film için de aynen böyle oldu, onun yönettiğini gördüğüm an ilgimi çekti ve konusunu okuduğumda da tam olarak bana hitap eden bir yapım olduğunu anladım. “Tek bir gece boyunca Tokyo’da geçen film” muhtemelen izleyenlerde “daldan dala atlayan, ucu bucağı olmayan, çılgın bir rüya” hissiyatı uyandıracak. Heyecan verici!


Parazit (Parasite / Gisaengchung)

The Host ile uluslararası alanda tanınan, Snowpiercer ve Okja ile kariyerini sağlamlaştıran Bong Joon-hoParazit ile Cannes’da Altın Palmiye kazanarak yılın en iyi filmlerinden birine imza atmış oldu. Güney Kore’de tüm gişe rekorlarını kırarak 10 milyon izleyiciye ulaşan ve ülkesinin Oscar adayı olan Parazit’in merkezinde birbirinden derin farklarla ayrılan Park ve Kim aileleri var. Neredeyse sefalet içinde yaşayan Kim ailesinin fertleri gerçek kimliklerini bir şekilde saklayarak birer birer, zenginlikleri sınır tanımayan Park ailesinin hizmetine giriyor. Bu tuhaf birliktelik sürerken sınıf atlama çabası ve servet kibrinin yol açtığı trajikomik olaylar ardı ardına gerçekleşiyor. Parazit, güçlü sinema dili ve sürprizlerle dolu, sağlam senaryosuyla öne çıkıyor.

Neden seçtim?
Parazit sanırım bu yıl ismini en çok duyduğum filmlerden bir tanesi. Kore dizilerini çok sevmekle beraber, Kore filmlerine karşı aynı ilgi ve sevgiyi beslediğimi çok söyleyemeyeceğim. Ancak; aynı yönetmenin elinden çıkan Snowpiercer ve Okja sevdiğim filmler oldular. Kaldı ki yönetmenin Okja’daki o alttan verdiği “absürt komedi” hissiyatını da çok sevmiştim.


Bacurau

Anaerkil bir köy, bir cenaze ve köyün haritalardan silinmesine yol açan bir komplo… Yakın bir gelecekte, Brezilya kırsalında geçen gizemli ve gerilimli Bacurau türler arasında geziniyor. Ülkelerindeki gelir eşitsizliğinden esinlenen yönetmenler Mendonça Filho ile Dornelles, dışarıdakilerin küçümsediği, “yabancılar”ın tehdidi altındaki küçük bir topluluğun hikâyesini westernle bilimkurguya öykünen, mistik ve gerilimli atmosferini kaybetmeyen özgün bir tarzla aktarıyorlar. Filmin anlatıcısı, Batılı belgeselci rolünü üstlenen kült oyuncu Udo Kier; başroldeki Sonia Braga ise Örümcek Kadının Öpücüğü dahil birçok filmde rol almıştı. Bacurau’nun yönetmenlerinden Kleber Mendonça Filho’yu Aquarius ve Komşu Sesler filmlerinden tanıyoruz.

Neden seçtim?
Daha önce hiç “anaerkil” bir topluluğa dair bir hikaye izlediğimi/okuduğumu anımsamıyorum, ilk sebep bu. Ayrıca western & bilimkurgu gibi alakasız görünen türleri harmanlayarak “özgün” bir şekilde anlatılan bir hikaye; bence oldukça (zor) ilgi çekici.


Küçük Joe (Little Joe)

Genetiğiyle oynanmış kırmızı bir çiçek antidepresan salgılayarak insanları mutlu ederken tuhaf yan etkisi göz önüne alınmaz. Üstelik insanı değiştiren bu etkilerin bütün dünyaya yayılma ihtimali vardır. Kimsenin engel olamadığı bu deney/bitkinin adı da “Küçük Joe”dur. Amour Fou ve Lourdes’dan hatırlayacağınız Jessica Hausner’in Emily Beecham’a ödül getiren yeni filmi, bilimkurgu-dram-gerilim türleri arasında geziniyor, müthiş renk paleti ve sanat tasarımıyla öne çıkıyor. Küçük Joe bir yandan Frankenstein’dan esinlenerek genetik mühendislik ve şüpheyle karşılanan bilimsel gelişmeleri sorgularken bir yandan da tüm insanların derinlerde birtakım sırlar sakladığını farz ediyor.

Neden seçtim?
1- Distopik izlenimi veren, ilgi çekici bilim kurgu hikayesi.
2- Sinir bozucu derecede kusursuz -hatta muhteşem- renk paleti.


Matthias ve Maxime

Xavier Dolan’ın yeniden Cannes ana yarışmada yer almasını sağlayan son filmi şimdiden genç yönetmenin en iyi yapıtları arasında sayılıyor. Filme adlarını veren Matthias ile Maxime, çocukluktan bu yana sıkı arkadaştır. Rol aldıkları bir kısa film için öpüşmeleri gerekince arkadaşlıkları sarsılır. Kısa sürede aralarına alışık olmadıkları bir şüphe girer ve hayatları değişir. Otuz yaşına basan Dolan’ın Maxime rolünü üstlendiği bu duygusal dramda ayrıca Mommy’deki anne rolüyle tanıdığımız Anne Dorval da rol alıyor. Yirmili yaşlarının sonuna yaklaşan Quebec’li bir arkadaş grubunu gözlemleyen Matthias ve Maxime, erkekler arasındaki dostluk, yakınlık, cinsel belirsizlik konularına değinirken şu soruları da soruyor: “Ben kimim? Bir başkası gibi mi davranıyorum?”

Neden seçtim?
Bu filmi listeye eklememin bir çok normal, bir de biraz tuhaf sebebi var. İlki aslında çok anlaşılabilir bir sebep. İsmini son zamanlarda çok duyduğum ama hiçbir filmini izlemediğim Xavier Dolan’ı ilk defa ilmek istiyor oluşum. İkincisi ise filmin konusunun bana bir şekilde “Chasing Amy” izlenimi vermiş olması… Bakalım, ne kadar haklı olduğumu göreceğiz.


Deri Ceket (Deerskin / Le Daim)

Lastik’ten Yanlış ve Karakol’a komedi filmlerinde gerçekliğin sınırlarını zorlayan Quentin Dupieux, kadrosuna Fransız sinemasının parlak isimlerini de eklediği yeni filminin ilk gösterimini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünün açılışında yaptı. Filmin tuhaf anti kahramanı, deri ceketini üzerinden hiç çıkarmayan, gayet dengesiz, takıntılı, psikopat Georges. Yeni aldığı ve kendisiyle konuşan deri ceketinin dünyada tek kalmasını isteyen Georges, kolayca deliliğin pençesine teslim oluyor. Sinsi bir kara komedi gibi başlayan Deri Ceket, Georges ve sinema kurgucusu Denise’in el kameralarının da katkısıyla absürt bir snuff cinayet filmine dönüşüyor. Dupieux’dan alıştığımız üzere, Deri Ceket acayip karakterlerin ve olmayacak durumların cirit attığı, tahmin edilebilirlikten son derece uzak, yaratıcı bir şaka.

Neden seçtim?
Fransız filmi + anti kahraman + kara komedi + “absürt bir snuff cinayet filmi”… Daha ne olsun?


Vivarium

Without Name ile 2016’da sinemada adını duyuran reklam filmi yönetmeni Lorcan Finnegan, tüyler ürpertici bir hikâyeyle beyazperdeye dönüyor. Filmin bahtsız kahramanları Gemma ve Tom, ilk kez ev sahibi olmak için bir emlakçıyla görüşürler. Ancak ilk baktıkları evde mahsur kalırlar, üstüne üstlük büyütmeleri için kendilerine sevimli fakat tuhaf bir bebek teslim edilir. Aşırı normal görünen ama istemeden kabullenilen banliyö hayatına dair acımasız bir taşlama olan, Alacakaranlık Kuşağı ile Black Mirror arasında bir yerde duran filmini Lorcan Finnegan “gizemli, komik, üzücü ve ürkütücü bir kâbus” olarak tanımlıyor.

Neden seçtim?
1- Evet, Jesse Eisenberg seviyorum ve evet bu bu sebeple seçtiğim 2. film.
2- Oldukça tuhaf bir atmosferi olan ve tanıtımda da dediği gibi, Alacakaranlık Kuşağı ile Black Mirror arasında hissiyatı uyandıran bir film.
3- Tuhaf bir sebep gibi görünebilir ama sektöre reklam filmleri çekerek giren yönetmenlerin yansıttıkları pratik zekayı çok seviyorum.

Not: Film tanıtımları Filmekimi web sitesinden aynen alınmıştır.