Geride bıraktığımız yılda en çok yakındığım şeylerden biri başlamak istediğim ya da izlediğim dizilere bir türlü vakit ayırmamaktı. Tabii şimdi şu yaşadığımız korona günlerini görünce artık içimden geçirdiğim, yakındığım şeyleri bile birkaç kez düşünerek dile getirmek en iyisi düşünüyorum. Çünkü öyle bir dönemden geçiyoruz ki sanırım bundan sonra etrafımızdaki her şeyin kıymetini artık daha iyi bileceğiz. Ve akıl sağlığımızı da yitirmemek için kendimizi mümkün olduğunca meşgul tutmaya çalışacağız.
Bu dönemde yapılacak en iyi şeylerden birinin dizi izlemek olduğunu düşünenlerden olarak, uzun zamandır izleyemediğim dizilerin yanı sıra yeni başlayan yapımları da bir çırpıda bitirdim. İşte korona günlerinde izlediklerim;
SUCCESSION
Geçen yıl izlediğim The Morning Show ve The Loudest Voice’un ardından belki de eski bir medya çalışanı olduğum için odak merkezine medyayı ve patronlarını alan diziler şu son dönemde oldukça ilgimi çekiyor. Ve nihayet uzun zamandır izlemek istediğim bir HBO dizisi Succession’ın iki sezonunu birden soluksuz bir şekilde izledim.
Şimdi içinizden biraz geç kalmışsın diyeceksiniz ama o da benim ayıbım olsun artık. Bilmeyenler için ufak bir özet geçelim. Büyük bir medya patronu olan Logan Roy’un 80. yaş gününde çocuklarından bir isteği vardır: Olası ölümü durumunda verilecek kararların bir sonuca bağlanması açısından kendisi ve dört çocuğunun yer aldığı varlık fonuna üçüncü eşi Marcy’yi de eklemek ister. Böylelikle Marcy’nin iki oy kullanma hakkı olacaktır. Maalesef baba Logan’ın bu isteği birçok olayın da fitilini ateşler, kendisinin beyin kanaması geçirmesi de dahil…
Bir yandan büyük anlaşmalar peşinde koşarak babasının gözüne girmeye çalışan uyuşturucu bağımlısı Kendall, bir yandan siyasilere danışmanlık yapan ve politik görüşleri çok da babasının medya dünyasına uymayan Siobhan, bir yandan da işe hiçbir zaman ciddi yanından bakmayan Roman ileride Waystar Royco şirketinin başına geçmeyi isteyecektir. Tabii bir de Logan’ın ilk evliliğinden olan oğlu Connor var ki onun şirket işleriyle pek ilgisi yok, çoğunluk ne derse ona uyum sağlayan, babası ne derse yapan bir evlat. Ama ikinci sezonda ABD Başkanlığı için aday olduğunu açıklaması da deli cesareti diyebileceğimiz türden. Waystar şirketinde yöneticilik yapan ve kayınpederine kendini kanıtlamaya çalışan Siobhan’ın eşi Tom, Logan’ın pek de geçinemediği ağabeyi Ewan’ın torunu Greg ve geçmişiyle ilgili henüz bir şey bilmediğimiz Logan’ın üçüncü eşi Marcy de ailenin karşımıza çıkan düzenli üyeleri diyebiliriz.
İkinci sezonunun ardından son Altın Küre ödüllerinde hem en iyi drama dizisi hem de en iyi erkek oyuncu ödüllerini (Brian Cox) alan Succession, medya dünyasının geri planında yaşanan aile dramasını gözümüze gözümüze sokuyor. Acaba ilham alınan aile Murdochlar olabilir mi diye düşünüp dururken dizinin yaratıcısı Jesse Armstrong’un 2010 yılında Murdoch ailesine dair bir senaryo yazdığını fakat işin rafa kaldırıldığını okudum. Sonuç olarak Jesse Armstrong’un da röportajlarında belirttiği gibi, medya dünyasının patronlarının hepsi birbirine benziyor ve bu hayali Roy ailesi de hepsinden bir şeyler taşıyor. Politikacılarla yakınlık mı dersin, bir skandala karışıp da adı temizlenmeye çalışan evlat mı dersin, gücün ve paranın açtığı kapılar ve yaptırımlar mı dersin hepsi var. Hele ki usta aktör Brian Cox’un hayat verdiği Logan Roy, Sons of Anarchy’deki Gemma Teller’ın yılın annesi seçilebileceği bir evrende yılın babası seçilebilecek bir karakter. Çocuklarını sevip sevmediğini henüz çözebilmiş değilim ama hani bir laf vardır ya “Dostlarını kendine yakın tut, düşmanlarını daha da yakın”, işte Logan Roy da sanırım çocuklarına bunu uygulamaya çalışıyor tahminimce.
Diyeceksiniz ki Logan çok kötü de sanki çocukları çok mu iyi? Evlerden ırak diyebileceğiniz dört çocuğun da babalarından aşağı kalır yanı yok. Her sıkıyı gördüğünde kendini uyuşturucuya veren ve sürekli babasının arkasından iş çeviren Kendall, politikacılarla çalışa çalışa entrikanın kompedanı haline dönüşen ruhsuz Siobhan, ağabeyi Kendall ne derse tam tersini savunan ciddiyetsiz Roman, eskortunu sevgilisine dönüştüren ve ABD Başkanı olabileceğini hayal ederek paraları çarçur eden Connor. Jeremy Strong, Sarah Snook, Kieran Culkin ve Alan Ruck dizide bu dört kardeşi çok da iyi canlandırıyorlar. Bu arada ailenin gel-gitlerini izlerken insan “Zenginlik de böyle bir şey kardeşim” demekten kendini alıkoyamıyor. Helikopterlerle seyahatler, ultra lüks yatlar, şahane evler, muhteşem kutlamalar…
Ve bir de dizinin çekim tekniğini atlamamak gerek. Her dizide alışık olduğumuz sabit planlar ve açılar yerine karakterlerin duygularına göre kameranın zoom yaptığı daha aktüel bir çekim bu dizide karşımıza çıkıyor. Eğer henüz izlemediyseniz 3. sezonu başlamadan izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
CURB YOUR ENTHUSIASM (9. VE 10. SEZON)
Bir Seinfeld sever olan ben, George ve Kramer gibi nevi şahsına münhasır karakterleri yaratmanın yanı sıra nasıl olur böyle bir şey diyebileceğimiz ilginç olayları kaleme alan Larry David’e hep hayranlık duymuşumdur. Hatta bir şansım olsa da keşke kendisiyle bir gün geçirsem ve onu gözlemleyebilsem… Evet biliyorum çok zor ama hayal etmesi bile güzel 🙂
Larry David 2000 yılından itibaren Curb Your Enthusiasm ile kendisinin alternatif bir versiyonuyla karşımıza çıkmaya başladı. Ve yine ilginç ve komik olaylar silsilesi bu dizide de birbirini izledi. 2011’de yayınlanan 8. sezonun ardından uzun bir ara veren Larry David, 2017 yılında 9. sezonla yeniden ekranlara döndü. Dizinin 10. sezonu ise 2020 yılının başında karşımıza çıktı. Ben de diziyi geriden takip edenlerden biri olarak son iki sezonunu bu dönemde izleme fırsatı buldum. Ve iyi ki de öyle yapmışım. Çünkü izlerken kendimi sadece Larry David’in dünyasında hissetmemi sağladı.
Neler olduğuyla ilgili yine kısa bir özet geçecek olursak; 9. sezonda Larry, Salman Rushdie’nin hayatından esinlenerek bir müzikal komedi yazmıştır. Fatwa! adını taşıyan bu müzikalden oldukça umutlu olan Larry, Jimmy Kimmel’ın programına konuk olur ve bundan bahseder. Fakat ertesi sabah kalktığında işler hiç de umduğu gibi gitmez. Katıldığı program Ayetullah’ın da dikkatini çekmiştir ve kendisinin görüldüğü yerde öldürülmesine dair bir fetva yayınlar. Ve bununla birlikte de olaylar gelişir. Hatta bir bölümde Salman Rushdie’nin kendisinden fetva olayına dair tavsiye almaya bile gider.
Menajeri Jeff ve eşi Susie, eski eşi Cheryl, Ted (Danson), Richard, Marty ve Leon yine Larry’nin etrafındaki güruh olarak karşımızda. Ve tabii Bryan Cranston, Elizabeth Banks, Nick Offerman, Lil-Manuel Niranda gibi konuk oyuncular da yer alıyor. Tabii beni en çok etkileyen durum ise Marty Funkhouser’ı canlandıran Bob Einstein’in 2019 yılında hayatını kaybetmesi oldu. Bu yüzden de 9. sezondan sonra bir daha Marty-Larry muhabbetlerini görememek oldukça üzücü olacak.
10. sezonda ise Larry bir yandan asistanının açtığı taciz davasıyla uğraşırken bir yandan da müdavimi olduğu Mocha Joe’dan intikam almak için bir kahve dükkanı açma girişimine girer. Bol konuk oyunculu olan bu sezonda Vince Vaughn Funkhouser ailesi bireylerinden Freddy olarak karşımıza çıkıyor. Mad Men’in yakışıklı aktörü Jon Hamm’in yer aldığı 8. bölüm ise sezonun en iyilerinden biri. Jon Hamm bir filmde Larry David tarzında bir karakteri canlandıracağı için onunla birkaç gün geçirmeye karar verir. Ortaya çıkan olaylarsa tam evlere şenlik diyebilirim. Isla Fisher, Clive Owen, Fred Armisen, Timothy Olyphant’ın da yer aldığı sezonda son bölümde Sean Penn’i kısacık da olsa izlemek ayrı bir keyif.
Bu dizi belki herkesin ilgisini çekmeyebilir ama eğer Seinfeld izleyip de buna başlamadıysanız şimdi tam zamanı.
UNORTHODOX
Geçtiğimiz mart ayında yayınlanan Netflix mini dizisi Unorthodox da bu dönemde izlediğim yeni yapımlar arasında. Dizi, Deborah Feldman’ın anılarından yola çıkarak yazdığı Unorthodox: The Scandalous Rejection of My Hasidic Roots romanından ilham alınarak hayata geçirilmiş. Hikâyenin kahramanı ise Brooklyn Williamsburg’daki Ortodoks Yahudilerin bulunduğu bir toplulukta yetişen Esther “Esty” Shapiro. Küçük yaşta annesinden koparılan ve babasının alkol sorunları yüzünden babaanne ve dedesi tarafından büyütülen bu 19 yaşındaki genç kadın, bir gün eşini ve bu topluluğu geride bırakıp kendi hayatını kurmaya karar verir. Annesinden ötürü Almanya’ya gitme şansı olan Esty piyano hocasının yardımıyla pasaport ve bilet işlerini hallederek soluğu annesinin yaşadığı Berlin’de alır. Peki, doğduğundan bu yana aşırı tutucu bir toplulukta bulunan bu genç kadın gerçek hayatta nasıl bir mücadele sergileyecektir?
İşte dört bölümden oluşan bu mini dizi geri dönüşleri de işin içine katarak Esty’nin yaşadıklarını adım adım gösteriyor. Hele ki âdetlere göre yapılan Esty ve Yanky’nin düğün töreninin olduğu bölüm ise oldukça etkileyici. İngilizce, Almanca ve Yidce olmak üzere üç dili de duyduğumuz dizide Esty’yi canlandıran İsrailli oyuncu Shira Haas’ın performansına da ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Genç oyuncu, Esty’nin üzüntülerini, öfkelerini ve coşkularını resmen yaşayarak yansıtmış.
Diziyle ilgili tek takıldığım nokta ise, hikayenin sanki biraz havada kalarak bitmiş olması. Kim bilir, belki de yaratanlar izleyenlerin kendine göre bir son hayal etmelerini düşünmüştür. Ben kendime göre kafamda bir son belirledim, darısı benim gibi düşünenlerin başına.
TALES FROM THE LOOP
Nisan ayında görücüye çıkan Amazon serisi Tales From the Loop da izlediğim dizilerden biri oldu. İsveçli genç sanatçı Simon Stålenhag’in resimlerinden ilham alınarak ortaya çıkan bu dizi bilim kurgu olarak geçse de bence tam anlamıyla bir dram.
Hikâye Ohio’nun küçük bir kasabasında geçiyor. Bu kasabanın altında evrenin gizemlerini ortaya koymak ve imkansızı mümkün kılmak için tasarlanmış Loop (döngü) adındaki bir makineyi içinde bulunduran bir tesis bulunmakta. Döngünün kurucusu ve yöneticisi olan Russ (Jonathan Pryce), oğlu George (Paul Schneider) ve gelini Loretta (Rebecca Hall), torunları Cole (Duncan Joiner) ve Jakob (Daniel Zolghadri) hikayenin ana merkezindeki karakterler.
Her bölümde ayrı bir karaktere odaklanan bölüm, aslında çoğumuzun hep merak ettiği ya da hayal ettiği doğaüstü olayların insan üzerindeki duygusal etkilerini gösteriyor. Farklı bir bedende olsaydım nasıl olurdu, zamanı durdurabilseydim neler yapardım ya da paralel bir evren varsa oradaki hayatım nasıl olurdu gibi soruları dizide yer alan karakterler üzerinden görebiliyorsunuz. Ama bu hayal edilen şeylerin sonuçları Tales From the Loop’da hiç iç açıcı değil onu şimdiden söyleyeyim.
Nedense izlediğim her bir bölüm beni ayrı bir üzüntüye boğdu. En çok etkilendiğim ise Transpose adını taşıyan 2. bölümdü. Ailenin büyük oğlu Jakob’ın arkadaşı Danny’yle birlikte bedenlerini değiştirmesi ve bunun sonradan yarattığı etkiler izleyeni derinden düşündürmeye neden oluyor. Serinin 7. ve 8. bölümler de oldukça etkileyici. Hatta 8. bölümün yönetmen koltuğundaki isim Jodie Foster.
Eğer bir Stranger Things ve benzeri dizilerin tadını yakalar mıyım, bol aksiyon ve gizem istiyorum derseniz kesinlikle size göre değil. Ama benim gibi The Leftovers’ı izleyip de çok seven biriyseniz bunu sakın kaçırmayın derim.
TIGER KING: MURDER, MAYHEM AND MADNESS
Geride bıraktığımız mart ayında Netflix bir belgesel serisi yayınladı ve öyle bir yankı uyandırdı ki ABD’de koronadan sonra konuşulan ikinci konu olmayı başardı. Bahsettiğim belgeselin adı Tiger King: Murder, Mayhem and Madness. Hatta ABD Başkanı Donald Trump’ın düzenlediği koronavirüs toplantılarından birinde New York Post muhabiri Steven Nelson kendisine bu konuyu bile dile getirdi. Nereyi açsam resmini gördüğüm belgesel son olarak Entertainment Weekly’nin instagram sayfasında Rob Lowe’un Joe Exotic kılığındaki fotoğrafıyla karşıma çıkınca “nedir bu?” diyerek başlamaya karar verdim.
İtiraf ediyorum, uzun zamandır ilk defa bir seriyi bir oturuşta bitirdim. Adı gibi cinayet, kargaşa ve deliliğin fazlasıyla yer aldığı bir belgesel olmuş.
Hikayenin ana merkezindeki isim, aslan ve kaplan gibi büyük kedilere Oklahoma’daki hayvanat bahçesinde bakan (ya da baktığını zanneden) ve sergileyen Joe Exotic. 2016 yılındaki ABD Başkanlığı için bağımsız adaylığını koymuş, yetmemiş 2018 yılında bu defa Oklahoma Valiliği için aday olmuş. Bunu yazarken bile bu nasıl cesaret demeden kendimi alamıyorum. İşte iki eşi olan bu ilginç kılıklı Joe Exotic, yıllar boyunca hayvan hakları savunucusu olan (ya da olduğunu zanneden) Big Cat Rescue adındaki kuruluşuyla büyük kediler için bir sığınak sağlayan (ya da sağladığını zanneden) Carole Baskin ile bir sürtüşme halindedir. Hem de ne sürtüşme… Joe Exotic’in internet üzerinden kurduğu kanalından tehdit etmeler mi dersin, Carole’un eski eşi Don Lewis’i öldürdüğünü iddia etmesi mi dersin. Sonunda Carole Baskin’i öldürmek için kiralık katil tuttuğuna dair deliller ortaya çıkınca 2019 yılında 22 yıl hapis cezasına çarptırılır.
Belgeselin yaratıcıları olan Eric Goode ve Rebecca Chaiklin, 2014 yılında çekimlere şans eseri olarak başlıyorlar ki buna zaten ilk bölümde de yer vermişler. Florida merkezli bir yılan satıcısının peşine düşeyim derken sıcak havada bir minibüsün bagajında gördükleri kar leoparı hem onları hem de biz izleyenleri bambaşka insanların dünyasına götürüyor. Ve insana insanlığı sorgulattırıyor. Üç kişilik bir evlilik töreni düzenleyerek eşcinsel olmayan iki gençle iki eşli bir hayat süren, çalışanlarını yitik insanlardan seçerek onları sömüren, sürekli kameralara oynayan ve en önemlisi hayvanları seviyorum adı altında hayvanlara bu kadar eziyet çektiren Joe Exotic. Ne saysan onun için az kalıyor. Ama diğerlerinin de ondan kalır yanı yok. Hele ki Carole Baskin…
Carole’ın büyük kediler için kurduğu o sığınağın Joe Exotic’in hayvanat bahçesinden ne farkı var ki? İkisi de o hayvanların hayatlarına eziyetten başka bir şey değil. Bir de 1997 yılında ortadan kaybolan ikinci eş olayı var ki ondan bile ayrı bir belgesel konusu çıkar. Zengin bir iş adamı olan Don Lewis bir şekilde ortadan kayboluyor. Don’un ilk eşi ve çocuklarının yanı sıra çevresindeki insanların gözünde ilk şüpheli Carole olsa da, kendisi sürekli masum olduğunu söylüyor. Üzerinden 5 yıl geçtiğinde ne yazık ki yasalar gereği ölü kabul ediliyor. Dosyası hâlâ açık olsa da henüz bu davayla ilgili kimseye verilmiş bir suçlama yok. Bunun ayrıntılı anlatıldığı bölümü izleyince, “Keşke Müge Anlı’nın bir ABD versiyonu olsa da bu kayıp olayını aydınlatsa” dedim ne yalan söyleyeyim. Ve bir de baktım ki, Investigation Discovery kanalının kayıp eşe ne olduğunu araştıracağı bir seri yapmaya hazırlandığını öğrendim. Seri başladığında kesinlikle ilk takipçilerinden biri ben olacağım.
Gelelim Doc Antle’a. Myrtle Beach Güney Carolina’da vahşi yaşam parkına sahip olan bu ilginç kişilik, belgeselin kahramanı Joe Exotic’e bir nevi akıl hocalığını yapmış diyebiliriz. Vahşi hayvanlara bakıyorum ve sergiliyorum adı altında kendine resmen bir tarikat yaratan bu adam, Britney Spears’ın 2001 yılındaki kaplanlı yılanlı VMA performansı (I’m A Slave 4 U) dâhil olmak üzere birçok şov programına çıkmış. Belgeselin bir bölümünde ayrıntılı bir şekilde yer alan Doc Antle sevgililerinden kendine bir nevi harem kurmuş. Ayrı evlerde kalan ve parkta belirli görevleri olan bu kadınlar dışarıdan bakıldığında çok mutlu mesut gözükseler de içlerinde ne fırtınalar kopuyor kim bilir. Zaten eski çalışanlarından ve sevgililerinden biri olan Barbara Fisher da belgeselde deneyimlerini bir güzel anlatıyor. Yani adam kurduğu parkta hem hayvanlara hem de insanlara ayrı ayrı eziyet ediyor.
Joe Exotic’in hayvanat bahçesine yatırım yapan kart playboy Jeff Lowe ve eski striptiz kulübü sahibi James Garretson da yine belgeselin acayip karakterleri. Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama Joe Exotic’in davası için gizli muhbirlik yapmaya başlayan James’in belgeselde “Ben muhbir oldum” diye alenen söylemesi de benim kafama pek yatmadı. Gerçi belgeselde izlediğin hangi şey mantıklı da bu mantıklı olsun değil mi… Sonuç olarak Eric Goode ve Rebecca Chaiklin hiç farkında olmadan çok değişik bir belgesele imza atarak bizlere bir kez daha bu dünyada ne garip insanların yaşadığını gösterdiler.
BABYLON BERLIN (3. SEZON)
40 milyon euroluk bütçesiyle Almanya’nın en pahalı drama serisi olarak 2017 yılında başlayan Babylon Berlin, Volker Kutscher’in romanlarının kahramanı polis müfettişi Gereon Rath’ın maceralarını o kadar güzel anlatıyor ki, benim gibi birçok dizi severi müptelası yapmayı başardı.
İki yıllık bir aradan sonra 3.sezonuyla geri dönen dizi bu dönemde bana ilaç gibi geldi. Gereon (Volker Bruch) ve Charlotte’un (Liv Lisa Fries) bir davayı çözmelerini çok ama çok özlemişim. Dizinin 3. sezonu 1929 yılında ABD’de yaşanan ve etkisi Almanya’da da hissedilen ekonomik buhranın 5 hafta öncesinde yaşanan olaylarla başlıyor. Yeraltı dünyasının patronlarından Edgar Kasabian’ın finanse ettiği filmin yıldızı Betty Winter çekimler sırasında öldürülür. Polis müfettişimiz Gereon ve ekibi sezon boyunca bu cinayeti aydınlatmaya çalışırken, Charlotte’un arkadaşı Greta’nın davası da bu sezonun olayları arasındadır. Bir de adım adım kendini göstermeye başlayan Nazi Almanya’sını ve yetişen Hitler gençliğini de atlamamak gerek.
Konularla ilgili çok spoiler vermek istemiyorum ama bu dizide bazı yaşananlar ne yazık ki mutlu sonla bağlanmıyor. O yüzden bazı bölümlerde üzülmeye hazır olun. Müzikleriyle de ön plana çıkmayı başaran dizide bu sezon beni (ve tahminimce birçok izleyeni) etkileyen iki şarkı var: Birincisi ilk bölümde Natalia Mateo‘nun seslendirdiği “Wir sind uns lang verloren gegangen”. Diğeri ise 9. bölümde polis departmanının sevimli karakterlerinden fotoğrafçı Gräf’in doğum gününde söylediği “Du Bist Alles”.
Bir de bu diziyi her izlediğimde nedense Almanca öğrenme isteğine kapılıyorum. Çoğu kişinin kaba olarak tabir ettiği bu dil dizide bana şiir gibi geliyor. Alman mükemmeliyetçiliğinin buram buram hissedildiği Babylon Berlin‘i henüz keşfedip başlamadıysanız o da sizin ayıbınız olsun.
SIRADA NELER VAR?
Peki, hâlihazırda neler izliyorum ya da neleri izlemeyi planlıyorum. Outlander (5. Sezon), Westworld (3. Sezon) ve Better Call Saul (5. Sezon) her hafta düzenli olarak izlediğim diziler. Bir de geçtiğimiz haftalarda başlayan HBO dizisi Run’ı da düzenli olarak takip etmeyi planlıyorum. Tiyatro prodüksiyonlarında çalışırken Phoebe Waller-Bridge ile tanışan ve o günden beridir yapımlarda birlikte yer alan Vicky Jones, bu dizinin yaratıcı ismi. Bir kadın-erkek ilişkisini gözlemleyeceğimiz dizinin kahramanları ise Ruby (Merritt Wever) ve Billy (Domhnall Gleeson). Okul zamanlarından sevgili olan bu ikili 17 yıl önce bir anlaşma yapmıştır: İkisinden biri RUN (kaç) diye mesaj attığında diğeri de aynı karşılığı verirse her şeyi bırakıp Grand Central Terminali’nde buluşacak ve Amerika’yı birlikte seyahat edeceklerdir. İşte o mesajların gönderildiği gün gelip çatar, Ruby ve Billy kendilerini bu maceranın içinde bulur. Dizinin ilk bölümünün ardından yayınlanan fragmana bakılırsa Billy’nin sakladığı şeyler ikisinin de başını yakacak.
Tabii benim gibi bir dizi sever bu kadar diziyle idare eder mi? 17 Nisan’da 6. sezonuyla geri dönen Bosch hemen başlayacaklarım arasında. Gereon Rath’in maceralarını ne kadar seviyorsam dedektif Harry Bosch da bir o kadar ilgimi çekiyor. Bir de uzun süredir ertelediğim The Man in the High Castle’ın final sezonu izleme listem arasında. Ve bir de yeni dizilerden ne çıkarsa bahtıma…