Tarihin en önemli ve en tartışmalı siyasi figürlerinden Napolyon Bonapart günümüze kadar hayatı, savaşları ve aşkıyla birçok filmin konusu olmuştu. 2023 yılına geldiğimizde ise bu defa usta yönetmen Ridley Scott biz sinemaseverlere bir Napolyon portresi sunuyor. Hem de oynadığı her karakterle izleyeni hayran bırakan Joaquin Phoenix’i başrole oturtarak… İşte uzun zamandır beklenen Napolyon, 24 Kasım itibariyle ülkemizde de gösterime giriyor.
Napoleon / Napolyon: Konusu
Korsikalı bir topçu subayı olan Napolyon Bonapart’ın Fransa İmparatorluğuna kadar yükselişini ve düşüşünü konu alan film, tarihin bu önemli figürünü savaş alanlarındaki galibiyet ve yenilgilerinin yanı sıra büyük aşkı Josephine ile yaşadıklarıyla da karşımıza çıkarıyor.
Yıl 1793. Fransız Devrimi’nin ülkenin dört bir yanına yayıldığı zamanlarla filme başlıyoruz. Bir topçu subayı olan Napolyon ve erkek kardeşi Lucien, Direktuvar rejiminin üyelerinden Paul Barras ile bir araya gelirler. Kuşatma altında olan liman kentlerinden Toulon geri alınmalıdır ama nasıl? Bir de bu görev için askerden ziyade bir ressam görevlendirilmiştir. Napolyon’un ise çözümü basittir: Kale ele geçirilirse liman da kurtarılmış olacaktır. Ve nihayet görev kendisine verilir. Kuşatma için bir ön hazırlık yapmayı ihmal etmez ve kaleye yapılan saldırıyla Toulon İngilizlerin elinden alınır. Buradaki başarısı sayesinde tuğgeneralliğe yükselen Napolyon, adını tarihe yazdıracak olayların da başlangıcını yapmış olur.
Ve büyük aşkı Josephine’in hayatına girmesi… 1794 yılında terör dönemi sona ermiş ve Fransız ihtilali döneminde hapsedilenler de nihayet serbest kalmıştır. Özgürlüğüne kavuşanlardan biri de idam edilen generallerden Alexandre Beauharnais’in eşi Josephine’dir. Paul Barras’ın bir davetinde Josephine ile karşılaşan Napolyon gözlerini bir türlü ondan alamaz. İlerleyen günlerde küçük bir çocuk tümgeneralliğe yükselen Napolyon’u ziyarete gelir. Babası terör döneminde idam edilen bu küçük çocuğun tek isteği babasının kılıcını ondan anı olarak saklamaktır. Evlerde herhangi bir silah bulundurmak kesinlikle yasaktır fakat küçük çocuk bunu yapabilecek tek kişinin kendisinin olduğunu söylemesi Napolyon’u etkiler. Kılıcı alır ve aileye teslim etmeye gider. Karşısında gözlerini alamadığı o kadını yeniden görür ve bu andan itibaren Josephine artık hayatının önemli bir parçasıdır.
Marie Antoinette’li sahnelerle etkili bir giriş yapan film, Napolyon’un siyasi kariyerindeki dönüm noktalarına değinirken Toulon Kuşatması, 13 Vendémiaire (5 Ekim sokak çatışmaları), Mısır Seferi, büyük başarısı Austerlitz Muharebesi, Rusya Seferi ve büyük yenilgisi Waterloo Muhaberesi’ni gözler önüne seriyor. Toulon Kuşatması ile savaş sahnelerine başladığımız film, Austerlitz ve Waterloo’da nefes kesici görüntüleri karşımıza çıkarıyor. (Ve tabii oldukça kanlı. Bazı sahnelerde rahatsız olmanız muhtemel.) Napolyon’un her muharebe öncesi yaptığı incelemelere ve bunun sonucundan yarattığı taktiklere hayran olmamak mümkün değil. Filmin en can alıcı savaş sahnesi ise hiç şüphesiz Austerlitz Muharebesi’ydi. Avusturya ve Rus birliklerin buzların üzerine çekilmesi ve ardından top atışlarıyla suyun içine karışmaları çok etkileyiciydi. Büyük yenilgisi Waterloo Muhaberesi filmde biraz daha uzun bir yere sahip olduğu için bir noktadan sonra artık yenilsinler ve bitsin noktasına getirdi. Bu arada savaş sahnelerinin izleyiciyi bu kadar etkilemesinin en önemli unsurlarından birisi de müzik. Martin Phipps’in yarattığı müzikler filmin başından sonuna kadar muhteşem bir şekilde sahneleri ön plana çıkarmayı başaracak şekilde bestelenmiş.
Napolyon’un içindeki galip gelme arzusu ve hırsı o kadar büyük ki, bu karşı koyamadığı duygular ağır sonuçları da beraberinde getiriyor. İşte onlardan biri olan Rusya Seferi de filmde geçmekte. Borodino’da kazanılan zafere rağmen ısrarla Moskova’ya ilerlemesi, Rus birliklerin bunun üzerine Moskova’yı ateşe vermesi ve kışın ağır şartları yüzünden yaşanılan kayıplar. Bunun sonucunda imparatorluk tahtını bırakıp Elba Adası’na sürgüne gönderilmesi. Burada geçen 300 günlük sürgünün ardından yeniden Paris’e dönüşü, yeniden ordusunun başına geçmesi ve yine o galip gelme arzusuyla gerçekleştirdiği Waterloo muharebesi. Ve bu defa daha fazla kayıp. Ardından Saint Helena’da son nefesine kadar yaşayacağı ikinci sürgün hayatı…
Ve gelelim savaş ve taktik alanları dışındaki Napolyon’a. Film bu önemli tarihi figürün özel hayatını en büyük aşkı Josephine üzerinden bize gösteriyor. (Her ne kadar filmde ikinci eşi Avusturyalı Marie Louise’e yer verilse de Josephine ile evliliği öncesi nişanlandığı Désirée Clary’e dair hiçbir şey geçmiyor. Keşke bir-iki sahnede bahsedilseydi diye düşünmedim değil.) Savaşta kendinden emin Napolyon, Josephine’in yanında ise bir o kadar şaşkın. Ona o kadar âşık ki, ayrı kalmak zorunda kaldığı zamanlarda bile mektuplarında bunu dile getirmekten çekinmiyor. Ve tabii kıskançlık. Ve tabii kaybetme korkusu. Mısır Seferi sırasında Josephine’in sevgilisi olduğunu öğrenmesi, bunun üzerine görevini bırakıp biricik aşkının yanına dönmesi. Napolyon ve Josephine’in “ne seninle ne de sensiz” tanımına uyan zehirli ilişkisi film boyunca ara ara karşımıza çıkıyor. Evli oldukları dönemde Napolyon’un İmparator ilan edilmesi ve taç giyme töreni de yine filmin etkileyici anlarından. Hatta törene dair o meşhur tablonun yapımı da kısacık da olsa bir sahnede yer alıyor.
Bu arada imparatorun hayatındaki en önemli kadın sadece Josephine değil. Anne Letizia Bonapart’ın düşünceleri de Napolyon için oldukça değerli. Ki Josephine’in hamile kalamaması ve bir varis verememesi anneyi de başka yöntemlere itiyor. Bunun sonucu da Napolyon ve Josephine’in boşanmasına yol açıyor. Karşılıklı anlaşmalarına rağmen istemeyerek yapılan bu boşanma filmin dikkat çekici anlarından. Fakat kâğıt üzerindeki ayrılık gerçek hayatta ikisini de birbirinden koparamıyor. Çocuğu mu oluyor, hemen Josephine’e getiriyor. Sefere mi gidiyor, mektuplarını yazmaya devam ediyor. İkisi arasındaki bu bağlılık, belki de sevgiden öte diye nitelendirebileceğimiz bu his ömürlerinin sonuna kadar devam ediyor.
Filmin oyuncu kadrosuna gelecek olursak… Napolyon rolünde yazının başında da belirttiğim gibi oynadığı her karakterle bizleri kendisine hayran bırakan Joaquin Phoenix var. Filmdeki olayların başlangıcı 24 yaşındaki bir Napolyon’u anlattığı için kendisini bu rol için yaşlı bulanlar var. Onlara şunu söylemek istiyorum; pardon da siz neyin kafasını yaşıyorsunuz acaba? Yaşlı bulduğunuz kişi son yılların en iyi aktörü Joaquin Phoenix, farkında mısınız? Bu arada genç birini seçip onu saçma sapan makyaj hamleleriyle yaşlandırmaktansa orta yaşlı bir oyuncuyu bu rolde oynatmak en mantıklı hamle olmuş. Yönetmen Ridley Scott film için Phoenix’in dışında ismini açıklamak istemediği birini daha bu rol için düşünmüş fakat oyuncunun muhteşem Joker performansının ardından kendisinde karar kılmış. Her ne kadar diğer ismi oldukça merak etsem de Phoenix bu rol için biçilmiş kaftan. Beni büyük bir buhrana sürükleyen Beau Is Afraid’in ardından kendisini Napolyon olarak izlemek bana çok iyi geldi diyebilirim. Gözleriyle, mimikleriyle, duruşuyla kısacası her şeyiyle kusursuz bir oyunculukla izleyen herkesi kendisine bir kez daha hayran bıraktıracak.
Filmin bir diğer önemli karakteri Josephine rolüne ise İngiliz oyuncu Vanessa Kirby hayat veriyor. The Crown’daki Prenses Margaret rolünün yanı sıra Pieces of a Woman’daki performansıyla da oldukça beğendiğim Kirby, Josephine rolünde de şaşırtmıyor. Ridley Scott, başta bu rol için The Last Duel’de birlikte çalıştığı Jodie Comer’ı düşünse de ne yazık ki pandeminin neden olduğu çekim değişiklikleri yüzünden projede yer alamamış. Bunun üzerine Vanessa Kirby projeye dâhil olmuş. Kirby ve Phoenix’in filmdeki uyumları gayet iyi. Napolyon’un hiç şüphesiz yükseliş yolunu açan Direktuvar rejimi üyelerinden Paul Barras rolünü ise Tahar Rahim üstleniyor. Ben Miles, Napolyon’un danışmanı Caulaincourt rolünde. Matthew Needham, Napolyon’un erkek kardeşi Lucien rolünü üstlenirken, Paul Rhys Talleyrand, Sinéad Cusack ise anne Letizia Bonapart rolleriyle karşımıza çıkmakta. Filmde performansına hayran olduğum isimlerden biri ise Rupert Everett. Her ne kadar yaş alsa da Wellington Dükü rolüyle filmin göze çarpan isimlerinden biri olmayı başarıyor. John Hollingworth, Youssef Kerkour, Édouard Philipponnat, Phil Cornwell ve Ian McNeice de filmin kadrosunda yer alan diğer oyuncular. Ridley Scott, yönetmenliğin yanı sıra yapımcı kimliğini de bu filmde gösteriyor. Senaryo, David Scarpa’ya ait. Muhteşem müziklerin bestecisi ise Martin Phipps.
Bir hayatı beyazperdeye aktarmak, özellikle de tarihe damgasını vurmuş insanları beyazperdeye taşımak oldukça zor ve de riskli. Çünkü bir ömrü ortalama 2,5-3 saatlik bir süreye sığdırmaya çalışıyorsunuz. Bunu yaparken de en önemli anları seçip ona göre bir hikâye kurgusu yapmaya çalışıyorsunuz. Bu yüzden bu riske girmek her yönetmenin hakkı değil. Ama 85 yaşına gelmesine rağmen elini ayağını piyasadan çekmeyen –ve her ne kadar kendine dede dense de-, hâlâ ve hâlâ üretmeye devam eden Ridley Scott’ın hakkı. Tarihin en önemli figürlerinden biri olan Napolyon’un hayatını yükselişini sağlayan olayla başlatıyor, hem kumandan hem âşık kişiliğini gösteriyor. Ve bunu 2 saat 37 dakikalık bir süre içerisinde yapmaya çalışıyor. (Filmin 4 saatlik uzun versiyonu ise muhtemelen ilerleyen zamanlarda Apple TV+’ta yayınlanacak.) Film belki biraz daha kısaltılabilirdi, özellikle de sonlara doğru yer alan Waterloo sahnelerinden. (Bu arada ön gösterimlerde ara olmadığı için 2 saat ve üzeri filmler izleyenlere bir türlü bitmek bilmiyor hissi de yaratıyor. Keşke süresi 2 saati geçen filmlere bir ara konabilse ne güzel olur.) Ama buna rağmen oyuncu seçimleri, çekimleri ve özellikle de müzikleriyle de etkileyici bir filmi karşımıza çıkarıyor.
Napoleon / Napolyon: Son Söz
Bu yılın merakla beklenen filmlerinden biri olan Napolyon’u mutlaka izlemelisiniz. Neden mi? Çünkü Joaquin Phoenix’in bu muhteşem performansını, çünkü Ridley Scott’ın özellikle savaş sahnelerinde devleşen yönetmenliğini kaçırmamalısınız. IMDb puanı 6.9 olan filme benim puanım 8. Bu hafta sonu için yapacağınız ilk plan Napolyon’u izlemek olsun. Şimdiden herkese iyi seyirler.