Dün yayınladığımız Supernatural – The Road So Far* Part 1‘ın devamı;
Fantastik dizilerin çoğunda temel bir problem ortaya çıkar ilerleyen zamanlarda, sürekli şu soru kafamızı kurcalar; “İyi de kardeşim bu nasıl bir küçük kasabadır ki her türlü tuhaflık bu kasabada yaşanıyor?” Dizinin izlenebilirliğini devam ettirmek adına “gerçekçilik” esası biraz boşlanır, burada fantastik bir diziden bahsettiğimize göre beklediğimiz elbette yalnızca “kendi içinde tutarlı”lık.
(Buffy the Vampire Slayer dizisinde bu durum Sunnydale’in “Cehennem Ağzı”nda kurulu bir şehir olmasıyla açıklanmıştı. Peki ya The Vampire Diaries‘e ya da Grimm‘e ne demeli? Küçücük kasabada yaşayan normal insan yok. ) Supernatural’ı tür dizilerinden ayıran bir diğer özellik de burada ortaya çıkıyor aslında, bu dizide kahramanlarımız koşuyor doğaüstü olayların peşinden, lanetlenmiş tek bir kasaba yok. Olayların farklı yerlerde, farklı zamanlarda, farklı insanların başına geliyor. Sam ve Dean, yakaladıkları ipuçlarının peşinden tüm Amerikayı dolaşıyorlar.
Üstte de bahsetmiştim, Supernatural bir yol dizisi diye. Bu yolculuk her zaman fiziki yolculuk manasına gelmiyor elbette. Supernatural bize Sam ve Dean karakterlerinin yolculuğunu da anlatıyor. 7 sezon boyunca Sam ve Dean’in büyümelerini, olgunlaşmalarını, hayattaki inişlerini ve çıkışlarını izliyoruz; bu sırada birbirleriyle olan ilişkileri de gelişiyor/güçleniyor. Bu yolculuk sırasında hayatlarına giren ve çıkan insanlar oluyor; tüm bu insanların ve yaşananların Sam ve Dean karakterlerinin gelişimini nasıl etkilediğini görebiliyoruz.
Öte yandan Impala’nın varlığı, dizinin yol dizisi olduğunu ifade etmenin en güzel örneklerinden biri değil mi? Impala’nın, objelere çok önem veren bir dizi olanSupernatural’da, en az oyuncular kadar önemli bir yeri bulunuyor. Supernatural’ın en iyi bölümlerinden biri olarak kabul edilen Swan Song bölümünde anlatımın Impala üzerinden yapılması, Impala’nın hikayenin seyri açısından kilit bir rol oynaması tesadüf olabilir mi? (Bilmeyenler için ufak bir açıklama; Impala Dean’in kullandığı babasından yadigar 67 model Chevrolet marka bir araba 🙂 ) Ayrıca bu yazının başlığını aldığı cümle var bir de “The Road So Far” yani “Şimdiye Kadar ki Yolculuk”. Supernatural diğer dizilerde olduğu gibi “Previously on” kalıbını kullanmıyor önceki bölümlerde olanları anlatırken, “the road so far” kalıbını kullanıyor, yolculuk kavramı burada da vurgulanıyor yani.
Kişisel olarak, Supernatural’ın bir de din konusuna olan yaklaşımını oldukça beğeniyorum. Castiel’ın hikayeye dahil olmasıyla, kendisi Tanrı’nın bir meleği olduğundan, dizi din ile ister istemez biraz daha ilintili oldu. Ancak; Supernatural meleklere ve şeytanlara aynı mesafeden yaklaşan bir dizi; meleklerin hepsi iyidir ya da şeytanların hepsi kötüdür demiyor özellikle şeytanın da bir melek olduğunu vurgularken, insan denen canlıyı, insanın vicdanını ve içindeki iyiliği tüm varlıkların üstünde tutuyor. Cennet, cehennem ve araf kavramlarına yaklaşımları da çok ilginç açıçası, özellikle cennet kavramı. Supernatural’da cennet kişinin hayattayken yaşadığı güzel anılarını sonsuza dek yaşadığı bir nevi “sanal gerçeklik” olarak tasvir edilmekte.*
Tanrı’nın kayıp olması ve bir türlü ortaya çıkmaması**, Tanrı’nın peygamberi Chuck Shurley’nin (Rob Benedict) alkolik, korkak, kendine güvensiz bir fantastik kurgu yazarı olması, Tanrı’nın haberci meleği Cebrail’in (Richard Speight Jr. tarafından canlandırılan Gabriel ya da Trickster olarak biliyoruz kendisini) işini bırakmış bir “şakacı” yaratık haline dönüşmesi vs. hep Supernatural’ın din konusuna olan harika yaklaşımının birer sonucu.
Supernatural bölümlerinin, jeneriklerinin, kullanılan müziklerin, konuk oyuncuların üzerinde ayrı ayrı yazılarda detaylı olarak duracağız. Bunlara bu yazıda hiç değinmiyor, son bir konudan bahsederek bu uzun mu uzun tanıtım yazısını sonlandırmak istiyorum; senaryonun başarısı.
Supernatural öyle bölümler içeriyor ki senaryo dersi olarak okutulabilir; The Monster At The End Of This Book, The End, Swan Song ya da The French Mistake örneğin. Bir defa, Supernatural 4.sezon sonundaki hikayeyi, yani Lucifer’ın dünyaya gelişini pilot bölüm ile bağlayabilmiş bir dizi, bu demek oluyor ki daha ilk bölümden hikaye belliydi Eric Kripke‘nin kafasında. (Bir gün karşılaşırsak kendisiyle oturup konuşmak, kendisine bir bira ısmarlamak isterim 😉 ) Benim dizilerle ilgili şöyle bir teorim olmuştur hep, ne zaman ki bir dizi zamanda yolculuk belasına bulaşır, bu dizinin sonu olur. Supernatural bu teorimi çürütüyor açıkçası. Çünkü Supernatural zamanda yolculuk kavramını hatasız aktaran nadir dizilerden, hem de buna birden fazla kez bulaşmış olmalarına rağmen. In the Beginning, The End, The Song Remains the Same, My Heart Will Go On, Frontierland, Time After Time bölümlerinin hepsi Supernatural’ın zamanda yolculuk temalı bölümleridir; hepsi de oldukça başarılı bölümler. Bunun dışında alternatif gerçeklilik bölümleri de (What Is and What Should Never Be, Mystery Spot, It’s a Terrible Life ve The French Mistake) tümden başarılı bölümlerdir, en iyi Supernatural bölümleri arasında yer alırlar.
Kurgu açısından çok başarılı bulduğum Roadkill, eski korku filmi klasiklerine saygı duruşu niteliğindeki The Monster Movie, gülmekten yerlere yatıran Yellow Fever, Bad Day at Black Rock ve Fallen Idols, kendi spin-offunu yaratmış Ghostfacers, Once Upon a Time ve Grimm dizilerine ilham kaynağı olan Bedtime Stories, Buffy The Vampire Slayer’ın “The Zeppo” isimli bölümüne selam çakan Weekend at Bobby’s, televizyon tarihinin en cesur işleri Changing Channels ve The French Mistake yine isimlerini zikretmeden rahat edemeyeceğim bölümler.Başarılı senaryonun ardında elbette iyi bir ekip bulunuyor, Eric Kripke’nin ayrılışıyla biraz sekteye uğrasa da yine de iyi iş çıkardıklarını düşünüyorum ki 8. sezonda bence daha da iyi olacak.
Her bölümü, bölümün isminden kullanılan her şarkının kullanıldığı ana dek incelenmeyi hak eden Supernatural, hakkında rahatlıkla kitap ya da tez yazılabilir bir dizi. Bu iki bölümlük yazıda Supernatural’ın hangi noktalarda benzer tür dizilerden ayrılıp, kült bir dizi haline geldiğini aktarmaya çalıştım.
Eğer hala izlemeye başlamadıysanız, umarım bu yazı sizi de ikna eder 😉
Keyifli Seyirler…
Notlar:
* Bu konu 5.Sezon 16.Bölüm Dark Side of the Moon‘da detaylı olarak anlatılmaktadır. Cennet denen şeyin nasıl da “kişisel” olduğu vurgulanır. “Ayın karanlık tarafı” olarak Türkçe’ye çevirebileceğimiz bölüm ismi ayrıca efsane grup Pink Floyd’un 8.stüdyo albümünün de ismidir.
** Elbette bu noktada belki muhafazakar kesimi biraz kızdırıyor olabilir-iz. Ama bence aranılan Tanrı Kevin Smith‘in kült filmi “Dogma“da olduğu gibi Alanis Morissette çıksa harika olmaz mıydı? (Ufacık dip-not, aslında peygamber Chuc’ın Tanrı olduğu ile ilgili dedikodular dönüyor) Zaten Eric Kripke’nin kafası oldukça Kevin Smith gibi çalışıyor bence 🙂