Son yılların hiç şüphesiz en iyi dizilerinden biri olan The Bear, yemeğin etrafındaki o zor ve mücadele gerektiren hayat anlatımıyla bizleri her sezon biraz daha kendisine bağlamayı başarıyor. Dizi nihayet 10 bölümden oluşan 3. sezonuyla geri dönüş yaptı ve Carmy Berzatto’nun hayalini kurduğu restoran daha fazla stresi ve dramı da beraberinde getiriyor.
(Yazının bundan sonraki bölümü SPOILER dahilinde konular içereceği için devam edip etmemeyi sizin tercihinize bırakıyoruz…)
Geçtiğimiz sezon sonunda hem sevdiği kadın Claire (namı diğer Claire Bear) hem de arasını yeni düzelttiği Richie’yle işleri kötü bir noktaya getiren Carmy, artık sadece bir noktaya odaklanmış durumdadır: Mükemmellik. Mutfakta geçirdiği zorlu eğitimlerin karşılığını artık kendi restoranında göstermeli, her şefin hayali olan o yıldızı almak için çalışmalıdır. Tabii bu durum tüm ekibe de fazlasıyla bir sorumluluk bindirecektir. Sezonun ilk bölümü, geride bırakılan o karmaşık gecenin ertesi gününde olanları anlatıyor. Ama geçmişi ve günümüzü fazlasıyla birbirine karıştırarak. Carmy’nin New York’taki en iyi şeflerle çalıştığı zamanların özetini çıkaran bölüm, mutfaktaki başarının ne kadar ince ve zor detaylarda saklı olduğunu fazlasıyla açıklıyor. Carmy’nin Luca’yla birlikte Şef Terry’nin yanında çalıştığı dönemin yanı sıra, gerçek hayattaki şefler René Redzepi ve Daniel Boulud deneyimlerini de görüyoruz. Bunların içinde en acımasız ve rahatsız edici olanı ise David Fields için çalıştığı dönem. İğneleyici sözleriyle izleyenlerin bile sinir kat sayısını yükselten bu karakter, Carmy’yi ruhsal açıdan yıpratan en büyük etken. (David Fields’a hayat veren Joel McHale bu rolde sinir edici şekilde başarılı.) Ki bunu da sezonun final bölümündeki karşılaşmalarında gayet iyi anlıyoruz.
Başarıyla sonuçlanan her iş büyük emek ister. Carmy de mutfaktaki emeğinin karşılığını bir Michelin yıldızıyla taçlandırmak için kusursuz bir çalışma rotası çıkarmaya karar verir. İlk işiyse “pazarlığa açık olmayan” listesi yapmak olur. “Sınırları zorlayın/Kişisel temizliğinize özen gösterin/İşinizi bilin/Kutuları çöp kutusuna atmadan önce ezin/Malzemeleri asla tekrar etmeyin” şeklinde uzayıp giden bir liste. (Çöp kutusuna ezilmeden atılan kutuların yarattığı kötü durum sezon genelinde ara ara karşımıza çıkıyor.) Fakat bunların arasında bir madde vardır ki işte o herkesi oldukça zorlayacaktır: Menüyü her gün değiştirmek. Bu durum Natalie, Sydney ve Richie’de şaşkınlık yaratır. Daha dün bir, bugün iki; bütün bunlar nasıl mümkün olacak, her güne yeni menü nasıl çıkacaktır? İşte bunun zorluğunu da baş döndürücü bir şekilde üçüncü bölümde göreceğiz.
Dizinin başlangıcından bu yana süren Carmy-Richie çekişmesi tam biraz duruldu derken 2. sezon finalinde yaşananlar ikiliyi yine eski hallerine döndürüyor. Bu defa kalp kıran Carmy ve hatasını anlayıp özür dilediği bir sesli mesaj bırakıyor. Maalesef Richie’de bunun karşılığı yok ve genelde bağırış çağırışlarla geçen bir iletişim içindeler. Hayatını düzene oturtamamış bir şekilde tanıştığımız Richie bence hikâyenin en iyi gelişme gösteren karakterlerinde ilk sırada. Geçtiğimiz sezonun en iyi bölümlerinden Forks’ta Şef Terry’nin restoranı Ever’da aldığı bir haftalık eğitim yeni bir Richie’nin doğuşuna vesile oldu. Richie’nin olumlu değişimlerini bu defa kızıyla ve eski eşi Tiffany’le olan ilişkisinde görüyoruz. Hatta Tiffany’nin nişanlısı Frank’le iletişimi de artık farklı bir Richie’yle bizi karşı karşıya bırakıyor. (Bu sezonun sürpriz konuk oyuncularından Josh Hartnett Frank rolüne hayat veriyor.)
Bu sezon, Carmy’nin en önemli yoldaşı Sydney için yeni bir yolculuğun başlangıcı. Babasının yanından ayrılarak kendine bir daire tutan Syd, Carmy’nin ona sunduğu ortaklık sözleşmesiyle karşı karşıya. Ne yapmalı ne etmeli acaba bu sözleşmeyi imzalamalı mı? Syd, bununla ilgili gel-gitler içinde ve haksız da değil. Çünkü mükemmellik peşindeki Carmy, kendisinin yaptıklarına da hep bir müdahale içinde. Ever’ın eski şefi Adam Shapiro’yla karşılaşması ise kendisini daha fazla ikileme sokar. Çünkü Adam açacağı yeni restoranında Sydney’in şef olmasını teklif eder. Kimsenin müdahalesi olmadan istediği her şeyi yapabileceği, şartların da gayet iyi olduğu bir teklif. Fakat kararı ne olacak, bir ailenin parçası gibi hissettiği Bear’ı bırakacak mı, onu ancak 4. sezonda göreceğiz.
Ekonomik krizin yarattığı etkiler, yüksek maliyetler bu sezonun değindiği konular arasında. Carmy’nin mükemmellik hedefi haliyle en iyi ve en farklı malzemelerin de kullanılması demek. Fakat bu durum restorandaki maliyetleri fazlasıyla yükseltiyor. Restoranın yatırımcısı Jimmy amca çözüm için iş arkadaşı ve Berzatto ailesinin tanıdığı Nicholas Marshall yani namı diğer Bilgisayar’ı devreye sokar. Bu rolde izlediğimiz isim ise Billions dizisinin yaratıcılarından Brian Koppelman. (Koppelman bu rol için nokta atışı bir seçim olmuş.)
Geçtiğimiz sezon Kopenhag’a eğitim için giden Marcus, gayet verimli bir şekilde Chicago’ya döner fakat hasta olan annesini ne yazık ki kaybeder. Syd, bu dönemde kendisine destek olmaya çalışırken, Carmy de eski çalışmalarını paylaşarak bakış açısını genişletmesine katkı sağlar. Hikâyenin genelinde Marcus sezonun geri planında kalan karakterlerden. Yine geçtiğimiz sezonlarda daha sık karşımıza çıkan Ebra’yı bu sezon sadece sandviç penceresini işletirken birkaç karede görüyoruz.
Üçüncü sezonun en çok konuşulacak iki bölümünden birisi Napkins adını taşıyan 6. bölüm. Ayo Edebiri’nin yönetmenliğini üstlendiği bu bölümde yardımcı şefliğe geçiş yapan Tina’nın geçmişine dönüyoruz. Yıllar önce ailesiyle mali açıdan zor günler geçiren Tina bir anda işsiz kalmış ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir iş arama tecrübesine maruz kalmıştır. Tam pes ettiği sırada ise karşısına The Beef ve Mikey çıkar. Bu bölümde Tina’nın eşi rolünde David Zayas’ı izliyoruz. Dexter’ın sevilen karakteri Angel Batista’ya hayat veren Zayas, gerçek hayattaki eşi Liza Colón-Zayas ile birlikte rol alıyor. Tina’nın umutla başlayan iş arama günlerinin adım adım umutsuzluğa ve hayal kırıklığına dönüşmesi, terslikler üst üste yaşanırken bir sandviç dükkânının gözüne ilişmesi ve burada Mikey’le tanışması… Mikey ve Tina arasında geçen sohbet de bölümün en güzel anı. Jon Bernthal’ı önce Shane, sonra Frank Castle/Punisher rolüyle seven birisi olarak bu dizinin en önemli karakteri Mikey için muhteşem bir seçim olduğunu belirtmem gerekiyor. Keşke Mikey’nin hikâyesine ayrı bir mini dizi ya da 2 saatlik bir Hulu veya Disney filmi yapsalar ne güzel olurdu. Umarım 4. sezonda da kendisini görebiliriz. Sezonun bir diğer önemli bölümü ise Ice Chips adını taşıyan 8. bölüm. Hamileliğinde artık son günlerde olan Nat, restorana malzeme almaya gittiği bir gün doğum sancıları yaşamaya başlar. Ne eşine ne de restorandan herhangi birine ulaşamaz. Ve son olarak arayacağı kişi annesi Donna olur. Duygusal bir anne-kız hikâyesinin olduğu bölüm Jamie Lee Curtis ve Abby Elliott ikilisinin kusursuz oyunculuğuyla izleyenlerin unutamayacağı bölümlerden biri olacak.
Maliyetler, ekonomik kriz derken Ever’ın kapanma haberini Richie’nin mesajıyla gören Carmy, kendi geleceğini de sorgulamaya başlar. Nitekim büyük yatırımcı Jimmy amcanın mali durumu hiç parlak değil ve bunun yansımasını da yeni sezonda göreceğiz. Bu arada restoranın habersiz bir şekilde ziyaret edilip hakkında bir inceleme yazısı çıkacağı da öğrenilir. Bu yazının etkisi restoranın geleceğini nasıl etkileyecek, o da artık yeni sezonun konuları arasında.
Sezonun son bölümü Şef Terry’nin gözbebeği Ever’ın kapanış hatta kendi aralarındaki deyimle cenaze yemeğinde geçiyor. Bu bölüm gerçek hayattaki birçok şefe de yer veriyor hatta açılış sahnesinde Thomas Keller’ı görüyoruz. Carmy’nin eski zamanlarına döndüğümüz bu sahnede Şef Keller, yaptıkları işin önemini kendi tecrübelerine dayanarak vurguluyor. Bölümün önemli anlarından biriyse, Carmy’nin kendisine panik atak ve daha bir sürü hasar bırakan eski patronu David Fields’la yüzleşmesi. (Fields benzeri insanlar ne yazık ki her meslek grubunda var ve bu yaptıkları zorbalıkları da nedense hep aynı savunmayla açıklıyorlar.) Terry ve Carmy arasındaki sohbet ise seçtikleri bu mesleğin ne kadar meşakkatli olduğunu gayet güzel açıklıyor. Ya hayattan kopacak ve kendini bu işe adayacaksın, ya da bu işi bırakıp istediğin gibi hayatını yaşayacaksın.
Sürpriz konuk oyuncularıyla (bahsetmediğim bir kişi daha var ki sizler de görünce şaşıracaksınız), mutfaktaki kaosuyla, duygusal anlarıyla The Bear, 3. sezonla da iyi diziler arasındaki yerini korumaya devam ediyor. (Ki 5,4 milyonluk izlenme oranıyla Hulu’nun en iyi sezon başlangıcı yapan dizisi olmayı başardı.) Yalnız bu kadar dramı yüksek bir dizinin neden ödül kategorilerinde komedi dalında değerlendirildiğini gerçekten anlayabilmiş değilim. Bir de tüm bölümlerinin aynı anda yayınlanmasını da. Platformların var olmasıyla ortaya çıkan bu durum tüketim çılgınlığının bir parçası haline dönüştü. Arka arkaya izle, bitir ve boşluk. Hikâyelerin kaçını sindire sindire anlayabildiğimiz meçhul. Bazen bu durum değişiyor ve haftada bir bölüm paylaşılıyor ama ne yazık ki yetersiz. Çok zor biliyorum ama belki bir gün haftalık bölümler uygulanır kim bilir.
27 Haziran’da birçok ülkede yayınlanan dizin, ülkemizde 17 Temmuz’da Disney+ Türkiye kütüphanesine eklenecek. Birçok yeni yapımı Amerika ve Avrupa’yla aynı anda yayınlayan Disney+ Türkiye, son yılların en çok dikkat çeken dizisini niye hep ileri tarihe atmak zorunda kalıyor, bunu da anlayabilmiş değilim. Neyse, her zaman söylediğimiz gibi, sadık bir dizi sever seyretmek istediği diziye nereden ulaşacağını her daim bilir. Herkese iyi seyirler diliyorum.