Yandaki Oda: Yaşamla Ölüm Arasında

240
Yandaki Oda

İnsanı ve özellikle kadını en güzel anlatan yönetmenlerden Pedro Almodóvar, yine etkileyici bir hikâyeyle karşımızda. Yazar Sigrid Nunez’in What Are You Going Through adını taşıyan romanından yola çıkarak kaleme aldığı Yandaki Oda’da (The Room Next Door) yıllar sonra yeniden bir araya gelen iki arkadaşın yaşadığı yolculuğu anlatıyor. Başrollerinde Tilda Swinton ve Julianne Moore gibi iki başarılı oyuncuyu barındıran film; hayata, dostluğa ve en önemlisi kaçınılmaz olan ölüme duygu yüklü bir bakış sunuyor. 81. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü kazanan ve Almodóvar’ın ilk İngilizce uzun metrajlı filmi olan Yandaki Oda, 1 Kasım itibariyle vizyonda.

Hikâye, New York’ta bir kitabevinde başlar. Yazar Ingrid, son yayımlanan kitabının imza gününde arkadaşlarından Stella’yla karşılaşır. Stella, Ingrid’e ortak arkadaşları Martha’nın kanserle boğuştuğunu, eğer isterse Manhattan’daki bir tedavi merkezinde kendisini ziyaret edebileceğini söyler. Ingrid bu haber karşısında şaşırır ve üzülür. Vakit kaybetmeden soluğu Martha’nın yanında alır. Rahim ağzı kanserinin üçüncü evresinde olan Martha, kaldığı merkezde deneysel tedavilerin de uygulanmasına izin vermiş fakat bu süreç kendisini yorgun ve bitkin bir hale sokmuştur. Bir zamanlar aynı dergide çalıştığı Ingrid’i karşısında görünce çok mutlu olur ve eski anıları yad etmeye başlarlar. İki arkadaş artık sıklıkla bir aradadır ve Martha’nın geride kalan yıllarda neler yaşadığını biz de Ingrid ile birlikte öğreniriz. Hayatına giren Fred, bir bağ kurnayı beceremediği kızı Michelle, savaş muhabirliği yaptığı dönemde başından geçenler. Ve hatta ikisinin de farklı zaman dilimlerinde birlikte olduğu ortak arkadaşları Damian da konuşmalarının konuları arasındadır. Fakat günlerden bir gün Martha’nın artık bu hastalıkla savaşacak gücünün kalmadığını açık açık belirtir. Yıllar sonra yeniden bir araya geldiği arkadaşından bir iyilik ister. Dark Web üzerinden temin ettiği ötanazi hapını aldığında Ingrid’in de yan odada olması… Ölümü canlı hiçbir şeye yakıştıramayan ve son romanında bunu dile getirmekten çekinmeyen Ingrid, arkadaşının bu isteği karşısında ne yapacağını bilemez. Fakat fazla düşünmeden kararını verir: Martha’nın bu isteğini kabul edecektir. Vakit kaybetmeden hazırlıklara başlanır ve iki arkadaş kendilerini tuhaf bir yolculuğun içinde bulurlar.

Yönetmen Pedro Almodóvar’ın ilk İngilizce uzun metrajlı filmi olan Yandaki Oda’da Martha rolüne Tilda Swinton hayat veriyor. Yıllar sonra bir araya geldiği arkadaşı Ingrid rolünde ise Julianne Moore’u izliyoruz. İki oyuncunun da performansı çok iyi fakat Swinton’ı kendi adıma biraz daha ayrı tutacağım. Bakışlarıyla, hisleriyle, mimikleriyle karakteri yaşıyor ve bunu da harika bir şekilde izleyene yansıtıyor. Martha ve Ingrid’in eski arkadaşları Damian rolünde John Turturro’yu görüyoruz. Vikings serisinde Ivar’ı Alex Høgh Andersen, Martha’nın gençlik anılarında gördüğümüz Fred rolünde. Alessandro Nivola ise az ve öz bir rolde filmin kadrosunda bulunuyor. Etkileyici müzikler Almodóvar’ın genellikle birlikte çalıştığı Alberto Iglesias’a ait.

Yandaki Oda (The Room Next Door)

Yandaki Oda, ölüme uzanan bir yolda yaşananları iki arkadaşı merkezine alarak anlatıyor. Bir tarafta ötanazi hapıyla hayatına son vermeye kararlı Martha, diğer tarafta ise ölümden korkan ve bunu kabullenmek istemeyen Ingrid. Açıkça söylemek gerekirse, kendisi veya yakını kanser hastalığıyla mücadele edenler için oldukça zor bir hikâye. Çünkü Martha’nın kanserle mücadelesinde fiziksel ve zihinsel olarak çektiği acılar izleyiciyi oldukça zorluyor. Evet, kendisine moral vermeye çalışan bir arkadaş var ama ne kadar empati yapmaya çalışırsanız çalışın, ortada bir hastalık ve hatta kanser varsa insan ne çektiğini kendi bilir. İşte bunu da Tilda Swinton’ın dört dörtlük oyunculuğuyla Martha’da hissedebiliyoruz. Film acaba iki arkadaşın diyaloğu halinde mi geçecek diye düşünürken Martha’nın anılarıyla yapılan geri dönüşler hikâyeye bir nebze hareket katıyor. Filmin isminin çıkışını sağlayan detay da yine Martha ve Ingrid’in sohbetlerinde karşımıza çıkmakta. (Bu detayı yazıp yazmamak arasında kaldım ama filmde izleyip öğrenmeniz daha güzel olur diye düşündüm.) Şehrin yerine mekânları ve karakterleri öne çıkaran filmde sıradan bir New York görüyoruz. Martha’nın son yolculuğu için kiraladığı ev ise filmin hiç şüphesiz en iyi mekânı. (New York’un dışındaki Woodstock kasabası izlenimi veren bu ev aslında Madrid’e yakın Monte Abantos’un güney yamacında bulunuyor.) Tabii mekân bu kadar iyi olunca ortaya çıkan kamera açıları da iyi bir görselliği izleyiciye sunuyor. Bu arada iki arkadaşın ortak geçmişindeki Damian’la iklim krizine ufak bir pencere açılıyor. James Joyce’un Ölüler öyküsünün “Kar yağıyordu…” şeklinde başlayan sözlerine göndermeler de izlerken yutkunacağınız sahnelere eşlik etmekte.  

Ölümle yüzleştiğiniz Yandaki Oda’da, iyisiyle kötüsüyle yaşanan bir hayatın aslında ne kadar kıymetli olduğu da hatırlatılmakta. Ve tabii dostlukların da… Hikâyesiyle, oyunculuklarıyla, görselliğiyle, renkleriyle öne çıkan bu Altın Aslan ödüllü filmi şayet bir Almodóvar hayranıysanız mutlaka izleyeceksinizdir. Değilseniz bile Tilda Swinton ve Julianne Moore’un harika performansları için bir şans verebilirsiniz. Şimdiden iyi seyirler.