Üzerinden ne kadar yıl geçerse geçsin, insanlığın en yıkıcı zamanları yaşamak zorunda kaldığı 2. Dünya Savaşı ya bir romana ya bir belgesele ya da bir seriye ilham kaynağı olmaya devam ediyor. İşte bu defa Amerikalı yazar Anthony Doerr’un 2014 yılında yayımlanan ve Pulitzer ödülüne layık görülen romanı All the Light We Cannot See, dört bölümlük bir mini seri uyarlamasıyla duygu yüklü bir hikâyeyi karşımıza çıkarıyor.
All the Light We Cannot See: Konusu
1930’lar, Paris… Küçük yaşında görme yeteneğini kaybeden Marie-Laure LeBlanc, babası Daniel ile birlikte yaşamını sürdürmektedir. Doğa Tarihi Müzesi’nin baş çilingiri olan Daniel, kızına her türlü bilgiyi aşılamakla kalmayıp bu yeni hayatına uyum sağlaması için Paris sokaklarının aynı modelini tahtadan yaratır ve ona adım adım her yeri zihnine kazımayı sağlar. Marie’nin alışkanlıklarından biri ise her akşam radyoda kısa dalga 13.10 frekansında yayın yapan Profesör’ü dinlemektir. Bilgilerini güzel ve masalsı bir dille aktaran Profesör, kendisini dinleyenler için (özellikle çocuklar) bir mutluluk kaynağıdır. Ve bu çocuklardan biri de Almanya’nın Zollverein kasabasında kız kardeşi Jutta ile yetimhanede yaşayan Werner Pfennig’dir. Son derece zeki bir çocuk olan Werner, küçük yaşına rağmen bozuk bir radyoyu tamir ederek bu frekansı keşfetmiştir. Yıllar geçer ve 2. Dünya Savaşı başlar. Nazi Almanya’sının Fransa’yı işgal etmesi ve Paris’e girmesiyle, Marie-Laure ve Daniel şehirden ayrılmak zorunda kalırlar. Tabii gitmeden önce müzedeki değerli taşları da Nazilerin elinden kurtarabilmek için şehirden çıkarmaları gerekmektedir. Bu değerli taşların arasındaki en önemli parça ise Alev Denizi’dir. Rivayete göre bu özel taş, kendisine dokunana sonsuz bir hayatın yanı sıra büyük bir laneti de verir. Daniel, bu taşları kurtarmayı başarır başarmasına ama Rumpel adındaki bir SS subayı Alev Denizi’ni elde etmeyi kafasına koymuştur. Marie-Laure ve Daniel ise soluğu Saint-Malo’da, amca Etienne ve hala Madam Manec’in yanında almışlardır. 1. Dünya Savaşı’nın izlerini üzerinden atamamış Etienne, evden dışarıya çıkmadan kendi mütevazı dünyasında ablasıyla birlikte yaşamaktadır. Fakat savaşın ilerlemesiyle birlikte hepsi farklı sorumluluklar üstlenerek direnişin bir parçası haline gelir. SS subayı Rumpel Alev Denizi’ni bulmak için türlü yolları denerken, bir zamanların zeki çocuğu Werner de Saint-Malo’da, birliğinden kalan tek kişi olarak yasa dışı yayınları bulmaya çalışmaktadır. Tabii ele vermeyeceği tek yayın vardır, o da küçüklüğünden bu yana dinlediği kısa dalga 13.10 frekansı. Peki, Profesör’ün anlatımlarıyla büyüyen iki genç Marie-Laure ve Werner’in Saint-Malo’da yolları kesişecek midir…
All the Light We Cannot See: Oyuncular & Karakterler
Hikâyenin iki önemli ana karakterinden biri olan Marie-Laure LeBlanc rolünü görme engelli oyuncu ve akademisyen Aria Mia Loberti üstleniyor. İlk oyunculuk deneyimini bu diziyle gerçekleştiren Loberti, uluslararası arayışların sonucu binlerce oyuncu arasından bu role seçilmiş. Diğer ana karakter Wegner rolünde ise Dark dizisinden hatırlayacağımız Louis Hofmann’ı izliyoruz. Alev Denizi isimli değerli taşın peşindeki SS subayı Rumpel rolüne Babylon Berlin severlerin bileceği Lars Eidinger hayat veriyor. Daniel rolünde izlediğimiz Mark Ruffalo ve Daniel’ın amcası Etienne’i canlandıran Hugh Laurie, etkileyici performanslarıyla kadronun en önemli iki ismi. Daniel’ın halası Madam Manec rolünde ise Marion Bailey yer alıyor. Dizide beni oyunculuğuyla kendine hayran bırakan bir isim ise Marie-Laure’un küçüklüğünü canlandıran Nell Sutton. All Quiet on the Western Front filminin yıldızlarından Felix Kammerer de dizide ufak bir rolle karşımızda. Peaky Blinders’ın yaratıcısı Steven Knight’ın uyarladığı dizinin yönetmen koltuğunda Shawn Levy yer alıyor.
All the Light We Cannot See, yıkıcı 2. Dünya Savaşı’nın ortasında hüzünlü ama bir yandan da umut dolu bir hikâyeyi karşımıza çıkarıyor. Fakat dizide savaşa ya da işgale dair görüntüler neredeyse yok denecek kadar az. (Olan kısımlarda ise görsel efektleri kendi adıma pek tatmin edici bulmadım.) Karakterlerin yaşadıkları ve bunların yarattığı duygulara odaklanılmış olsa da ben bir izleyici olarak savaşın getirdiği yıkımı, halkın çaresizliğini geri planda görmek istedim. Çünkü hikâye bu anlatımla sanki bir tiyatro oyunundan uyarlanmış izlenimi bırakıyor.
Karakterlerin neredeyse hepsi kendi içinde bir hüzün barındırıyor. Küçük bir kız olan Marie-Laure’un görme engelli olması başlı başına üzücü. Buna rağmen baba Daniel’ın kızı için yapamayacağı şey yok. Marie-Laure’un o karanlık dünyasını aydınlatmak için yaptıkları, kızına bir şey öğretirken kullandığı dil ve yöntemler oldukça etkileyici. Bu şefkatli baba rolünde Mark Ruffalo’yu izlemek ise daha bir güzel. Bu arada Marie-Laure’un hem çocukluğu hem de gençliği için görme engelli oyuncuların seçilmesi ayrı bir takdir edilesi durum.
Yetimhanede kardeşiyle büyüyen Werner’in yaşamı ayrı bir hüzün. Radyo yapabilme, tamir edebilme yeteneği yüzünden kardeşinden kopmak zorunda kalan, savaşın içine sürüklenen bir genç. Führer’in “üstün ırk” takıntısıyla Nasyonal Politik Eğitim Enstitüsü’nde geçen zorlu zamanlar. Ardından savaşın sonlarına doğru Saint-Malo’da birliğinden sağ kalan tek asker. Ve bu yaşadıklarına rağmen hayata tutunmasını sağlayan en önemli şey, küçüklüğünden beri dinlediği radyo frekansı.
Hikâyenin iki ana karakteri bir yana, dizide beni asıl etkileyen kişi amca Etienne oldu. 1. Dünya Savaşı sırasında yaşadıklarını da görmüş olduğumuz amca Etienne, o dönemin kendisinde yarattığı travmayla mücadele halinde. Dışarıya çıkmaya bile çekinen amca yıllar içinde kendine ait bir alan oluşturmuş ve zamanla kendi hüzünlü dünyasının içinden bir umut ışığı saçmayı başarmış. İzlerken, sadece Etienne’i anlatan bir mini dizi olsa ne güzel olurdu diye düşünmedim değil. Tabii karakterin bende bu kadar etki bırakmasının nedeni Hugh Laurie. Uzun zamandır bir yapımda izlemediğimiz Laurie, Etienne için muhteşem bir seçim olmuş. Ki muhtemelen izleyen çoğu kişi benimle aynı fikirde olacaktır.
All the Light We Cannot See: Son Söz
Romanın yazarı Anthony Doerr ve okuyucular bu uyarlamadan tatmin olmuş mudur bilmiyorum ama All the Light We Cannot See, herkesin şans vermesi gereken bir yapım. Dört bölümden oluşan dizi zaman atlamalarının fazlasıyla yaşanmasına rağmen, anlatmaya ve aktarmaya çalıştıklarıyla hem düşündürecek hem de umut verecek. Mesela ben en kısa zamanda romanı da temin edip bir kez daha bu yaşananları zihnimde canlandırmayı ümit ediyorum. İzleyecek olanlara ise şimdiden iyi seyirler diliyorum.