İspanyol dizisi La Casa de Papel, Netflix’te yayınlanmasının ardından fırtına gibi esmiş, kısa zamanda da platformun en sevilen, en popüler dizilerinden biri haline gelmişti. 2021’de final yapan dizi halen Netflix’in tüm zamanlarda en çok izlenen yapımlarından biri… İşte popüler dizi La Casa de Papel‘in tekinsizliğine rağmen en sevilen karakterlerinden biri olan Berlin, serinin ilk spin-off dizisiyle bugün ekranlara geri dönüyor. Pedro Alonso‘yu yeniden “Berlin” olarak izlediğimiz dizi, Berlin’in hastalığını öğrenmesinden önce, Berlin’in altın çağı diyebileceğimiz bir dönemde geçiyor ve La Casa de Papel öncesinde yaşanmış olayları anlatıyor.
Söze bir itirafla başlayayım, La Casa de Papel hiçbir zaman favori dizilerimden biri olmadı. Sanırım bunun yegane sebebi de, ne mantık hataları, ne konunun sakız gibi uzatılmış olması, ne de tutarsız karakterler… Ben dizinin çoğunlukla soygunun kendisinden daha fazla odaklandığı ikili ilişkilerine, özellikle de gönül ilişkilerine tahammül edememiştim. Çünkü açıkçası ortada tarihin en büyük ve en detaylıca planlanmış soygunu varsa, benim ilgimi en az çeken şey, hangi karakterin diğerine aşık olduğu…
Ve maalesef bu evrenin yeni dizisi Berlin, işte tam da diziye dair en sevmediğim kısmı odağına alıyor ve bir soygun hikayesi olmaktan çıkıp, arada bir soygunun da yapıldığı tuhaf bir aşk-lar hikayesi haline geliyor. Bu konuya geri döneceğim.
La Casa de Papel öyle popüler oldu ki, önce dizi 3 sezon daha uzatıldı – keşke uzatılmasaydı diyeceğim ama izlenme oranları da ortada, iş iştir… Ardından dizinin Kore versiyonu geldi; açıkçası eğer diziyi birebir kopyalamak yerine Kore’ye özgü bir soygun yazılmış olsa bence bu “franchise” formatı da tutardı, hikaye her ülkenin kendi çektiği “La Casa de Papel: Fransa“, “La Casa de Papel: Türkiye” şeklinde ilerleyebilirdi. Ancak dizinin Kore versiyonu pek izlenmediği gibi hakkında neredeyse hiç konuşulmadı da… Ve günümüze geldiğimizde, Netflix’in La Casa de Papel evrenini büyütme çabasındaki en yeni projeyi görüyoruz, orijinal dizide anlatılanlardan öncesine odaklanan ve bir spin-off olan Berlin.
Bu Sefer Paris’teyiz…
Dizi hikâyesini bu sefer Fransa’ya taşıyor. Berlin’in soymak üzere hedefinde Paris’teki bir müzayede evi ve kasasındaki 44 milyon dolarlık mücevher var. Kendisine bu soygunda eşlik edenlerse daha önce birlikte çalıştığı üç çeteden biri: elektronik mühendislik dehası Keila (Michelle Jenner), hayırsever profesör ve sırdaşı Damián (Tristán Ulloa), daima uçlarda yaşayan Cameron (Begoña Vargas), sadık dostu Roi (Julio Peña Fernández) ve aksiyon konusunda durmak bilmeyen Bruce (Joel Sánchez).
Bu 6 kişilik ekipteki Berlin haricindeki karakterlerin hepsiyle ilk defa tanışıyoruz. Az da olsa geçmişlerini görüyoruz karakterlerin ama dizi ilk sezonu itibariyle La Casa de Papel kadar çok geriye dönüşler kullanmıyor. Bazı karakterleri diğerlerinden biraz daha iyi tanıyoruz, ancak genel olarak karakterler çok bir gelişim göstermiyor bu sezon boyunca, sanırım bazı detayları potansiyel 2. sezon için bırakmak istemişler. Karşımızdaki karakterler her ne kadar kendi içlerinde ilgi çekici olsalar da, Berlin kadar karizmatik, merak uyandıran başka bir karakter yok dizide. Hatta açıkçası bazı karakterler, La Casa de Papel’den aşina olduğumuz başka karakterlerin ucuz birer kopyası gibi duruyor.
Müzayede evi soygunu orijinal diziyle kıyaslandığında çok daha basit bir soygun elbette ama yine çok katmanlı, çok öncesinde hazırlıklarına başlanan bir soygun ve bir sürü de eğlenceli sürprizi karşımıza çıkarıyor. Berlin, Damian ile planlarını yaparken oldukça titiz davranmış – her ne kadar planları uygulama konusunda o kadar titiz davranmıyor olsa da. Ancak planlar bu kadar detaylı yapılmışken, her ihtimal göz önüne alınmışken çete üyelerimiz öyle saçma sapan hatalar yapıyor ve hem kendilerini, hem diğerlerini o kadar zor durumda bırakıyorlar ki, izlerken insana saç baş yolduruyorlar. Ve benim adıma soygun hikayelerinin en can sıkıcı tarafı olarak, bu dizide de pek çok gelişme tamamen tesadüflere dayanıyor. Ve yine maalesef dizide La Casa de Papel kadar insanı diken üzerinde tutan bir gerilim, bir aksiyon da yok.
İkili İlişkiler Soygunun Önüne Geçiyor
Dizide hikayenin merkezinde gerçekleştirilen soygundan ziyade, Berlin’in kendisi var. Diğer karakterlere de yer veriliyor elbette, her biri için bir hikaye örgüsü var, birbiriyle etkileşimlerini de izliyoruz ancak en çok Berlin’in hikayesine, aslında Berlin’in ne kadar romantik ve aşk konusunda ne kadar hayalperest bir adam olduğuna odaklanıyoruz. Tam bir “aşk” adamı kendisi. Ve başına da ne geliyorsa bundan geliyor zaten.
Berlin La Casa de Papel’de izlediğimizden çok daha farklı bir ruh halinde bu dizide, hayata dair çok daha umutlu. Dizide daha önce detaylı olarak görmediğimiz, Berlin’in romantik hallerini, aşkı her şeyin önüne koyan hallerini görüyoruz. Ama açıkçası hepsi yalanlar üzerine kurulu olduğu için, Berlin’in aşk sandığı şeyin çok da aşk olduğunu düşünmüyorum ben. O kadınları elde etmeyi seviyor. Yani aslında ikili ilişkilere yaklaşımı, aynı soygunlara olan yaklaşımı gibi. Kazanılması gereken bir oyun olarak görüyor ikisini de… Bu sebeple de bu dizideki sözde aşk hikayesi, maalesef hiç ilgimi çekmedi, duygularımı da harekete geçirmedi – ki pek çok açıdan problematik önermeler içerdiğini de eklemeliyim…
Berlin gönül ilişkileri söz konusu olunca, her şeyi riske atabilen bir adam, evet… Fakat sadece o böyle değil, dizide başka karakterlerin de benzer şeyler yaptığını göreceksiniz. Berlin’de insanların (aynı La Casa de Papel’de olduğu gibi) böyle büyük ölçekli bir soygunun profesyonelliğine yakışmayan hatalar yaptıklarını, riskler aldıklarını düşünüyorum. Ayrıca dizide her karakterin gönül ilişkilerine o kadar çok yer verilmiş ki, bazen dizinin bir soygun dizisi olduğunu unutmak bile mümkün. Özellikle bazı bölümler tamamen karakter odaklı, soyguna dair bir gelişme olmuyor. Soyguna kadarki kısımda tempo dengeli bir şekilde ilerlerken, kaçış sürecinde ne olduğunu anlamadan hooop hikayeyi toparlayıveriyorlar.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: Bir Soygunun Anatomisi: La Casa De Papel Üzerine
Orijinal serinin yaratıcıları Álex Pina ve Esther Martínez Lobato’nun yaratıcısı olduğu sekiz bölümlük dizide, La Casa de Papel dünyasından Itziar Ituño ve Najwa Nimri de Raquel Murillo ve Alicia Sierra olarak diziye geri dönüyor. Dönüyor da, ne gereği vardı diye soracak olursanız, bence en ufak gereği yokmuş çünkü hikayeye olan katkıları yok denecek kadar az, ekran süreleri de keza öyle. Belli ki iki dizi arasında Berlin dışında da bir bağlantı olsun istemişler, bu iki karakteri uygun görmüşler.
Berlin: Son Söz
Soygun dizi ve filmlerini çok seviyor olsam da, acaba içinde Berlin olmasa bu dizi ne kadar ilgimi çekerdi diye düşünmeden edemiyorum. Eğer heyecan bakımından La Casa de Papel seviyesinde bir iş bekliyorsanız, maalesef bunu bu dizide bulamayacaksınız.
Olumlu tarafları: Sevilen karakter Berlin’i merkezine alması, Paris’te çekilmesi, Paris’in güzel ve lüks kesimlerini göstermesi, detaylı soygun planı, twistler & sürprizler.
Olumsuz tarafları: Soygundan çok ikili ilişkiler üzerinde durması, herkesin birbirine aşık edilmesi, “aşk” uğruna yapılan hatalar, tempo düşüklüğü, genel olarak hikayenin fazlasıyla zayıf olması.
Benim dizi için puanım biraz zorlama bir 6. Ancak şunu da söyleyeyim, dizi çoğu kişinin evde olduğu yılbaşı hafta sonunda yayınlandığı, hem Berlin karakteri hem de La Casa de Papel oldukça popüler oluğu için muhtemelen çok izlenecek, hatta 2. sezon onayı da alacaktır. Bu karakteri, LCDP evrenini, ortalama da olsa soygun hikayelerini sevenler diziden keyif alacaktır.
Önemli Not: Berlin dizisini Netflix Türkiye’nin tanımladığı önizleme ile günler öncesinden izleme şansım oldu, kendilerine çok teşekkürler. Ayrıca dizinin oyuncuları Pedro Alonso, Begoña Vargas, Julio Peña, Joel Sánchez, Michelle Jenner ve Tristán Ulloa ile de bir araya gelip, kendilerine birkaç soru sorma fırsatım oldu. Bu röportaj da 2 Ocak’ta Episode Dergi‘de yayınlanacak.