Bölüm İncelemesi: Outlander 2X01 “Through a Glass, Darkly”

5262
Outlander-Season-2-Pictures

Uzun bekleyişin ardından (tam olarak 11 ay!) Outlander 2. sezonuyla sonunda ekranlara döndü. Bu sezon Outlander’ın bölüm incelemeleriyle -iş yoğunluğumun müsaade ettiği ölçüde- sizlerle birlikte olacağım.

İlk bölüm incelemesine başlamadan önce şunu belirtmeliyim, bölüm incelemelerimde kitaplara dair spoiler nitelikli bilgiler yer alabilir. Ne dizi severleri ne de kitapları okumaya niyet edenleri üzecek, sürpriz bozan bilgileri paylaşmak gibi bir niyetim yok elbette ancak yine de uyarımı baştan yapmak istedim. 

Outlander 2. sezonun ilk bölümü Through a Glass, Darkly; geçtiğimiz sene bıraktığımız yerden devam etmedi hikayeyi anlatmaya. Burada hemen kitaplara dair bir not düşmeliyim, Outlander 2. sezon; serinin 2. kitabı olan Dragonfly in Amber (Kehribardaki Yusufçuk)’dan uyarlanıyor. Kitabın başlangıcında 60’lı yıllardayız; 2. sezonun başındaki gibi 1948’de değil. Sanırım Ronald D. Moore hem izleyicilerin kafalarını çok da karıştırmamak, hem de bizi bekleyen sürprizleri (daha doğrusu sürpriz karakterleri) biraz daha ileriye bırakmak için böyle bir yöntem izlemeye karar vermiş.

Claire, her şeyin başladığı noktada yani Craigh na Dun’da gözlerini açar. Kısa bir şaşkınlık anından sonra, neyi kaybettiğinin, neleri geride bıraktığının fark eder ve attığı acı dolu çığlıklar ile bizi de bu acıya dahil eder.

Claire bitkin halde yola düşer ve yoldan arabasıyla geçen bir adamla karşılaşır. Claire’in kendisiyle iletişim kurmaya çalışan adamdan öğrenmek istediği sadece 2 şey vardır: Hangi yılda oldukları ve Culloden’in savaşını kimin kazandığı. Yıl 1948’dir ve savaşı İngilizler kazanmıştır. Aldığı cevaplar Claire için bir yıkım olur.

Dizinin açılış sahnesi, Claire’in acıyla bağırışı ve söylediklerini gerçekte çok etkileyici buldum. Son zamanlarda sık sık tekrarladığım üzere, ben serinin 2. kitabını (özellikle kurgusunu ve sonunu) ilkinden daha fazla sevmiştim. Ayrıca duygusal olarak da bu kitaptan daha çok etkilenmiştim. Bu açıdan baktığımda, açılış sahnesinde Claire’in acısının ekrana çok iyi yansıtıldığını düşünüyorum.

Bu bölümü eşimle birlikte izledik. Kendisi dizinin çok da tutkunu olmayan bir takipçisi, kitaplar hakkında da bir bilgisi yok. Bölümün henüz başlarındayken Claire için “Ya sanki bu kadın geçen sezon daha güzeldi, ne yapmışlar kadına sanki çirkinleşmiş?” diye bir soru sordu. Claire’in çirkinleştiğini sanmıyorum. Caitriona Balfe öylesine başarılı oynamış, öylesine bürünmüş ki karakterine; Claire’in kendi zamanına dönmeden önce yaşadığı büyük acıyı da içerlemiş, yüzüne yansıtabilmiş. Bu bölümde özellikle Frank’i canlandıran Tobias Menzies‘i ve Claire’i canlandıran Caitriona Balfe‘ı oyunculukları için takdir etmek gerek. Geçen sene olmadı ama bu sene Emmy ödülüne kesin gözle bakıyorum ben. Oyunculuklar konusuna sonra yeniden değineceğim.

Frank Randall (Tobias Menzies)

2. sezonun ilk bölümünde daha çok 1948 yılında Claire ve Frank arasında geçenlerin hikayesini izledik. Claire geri döndü, Frank karısına yeniden kavuştuğu için fazlasıyla memnun oldu. Hem hastanedeki sahnelerde, hem de Reverend Wakefield’in evinde geçen sahnelerde Frank’in karakterinin aşırı ve hatta gerçek dışı seviyede “iyi ve anlayışlı koca” olarak yansıtıldığını düşünüyorum. Bu açıdan dizi, kitaba göre Frank karakterine biraz torpil geçiyor gibi. Çünkü Claire ilk bulunduğunda kitapta Frank’in verdiği tepkilerle, dizide Frank’in verdiği tepkilerden birbirinden oldukça farklı.

Claire kısa bir süre içine kapansa da sonunda yaşadıklarını Frank’e anlatmaya karar veriyor. Uzun gecenin ardından, Claire başka bir adamı sevdiğini ve onunla evlendiğini söylemesine rağmen Frank “Söylediğin veya yaptığın hiçbir şey sana olan sevgimi, sana bakışımı değiştiremez; bizim sevgimiz her şeyin üstünde” gibi bir beylik cümle sarf ediyor. Tabi Claire’in hemen bunun ardından hamile olduğunu itiraf etmesi, Frank için büyük bir şok etkisi yaratıyor. Claire’in hamile olduğunu duyduğu anda Frank’in önce sevinmesi sonra çocuğun Jamie’den olduğunu fark edip büyük bir öfkeye kapılması Tobias Menzies tarafından inanılmaz bir başarıyla ekrana yansıtılmış.

Ancak şunu anlamak gerçekten mümkün değil; 2 yıldır kayıp olan eşi karşısına geçip “Başka biriyle evlendim hatta çocuk yaptım ama geri döndüm” dediğinde bu kadar anlayışlı davranacak bir adam dünya üzerinde gerçekten var mıdır? Claire yaşadığı onca şeyden ve sevdiği adamı 200 yıl öncesinde bırakışının ardından, neden Frank ile yeniden birlikte olmak istesin ki? Kitapları okurken Claire ve Frank’in; Claire geri döndükten sonra evliliklerine devam etmeleri ve bunun anlatılış şekli beni çok rahatsız etmemişti, bu durumu doğal bulmuştum. Hatta genel olarak Outlander’ın bir kadının aynı anda iki adamı birden sevmesi üzerine bir hikaye inşa ettiğini söylemek bile mümkün. Ancak bu bölümde karakterlerin ortaya konuluşu sanki Claire Frank’e karşı artık hiçbir şey hissetmiyor da, Frank ona deli gibi aşık, evliliklerini devam ettirmek isteyen kişi de sadece Frank’miş gibi bir izlenim yarattı bende. Bu durumda da insan sormadan edemiyor, Claire gibi güçlü ve ayakları yere basan bir kadın, sevmediği bir adamla ilişkisini neden sürdürsün ki? Hele ki bu adam kendisinden Jamie’nin tarihteki akıbetini araştırmayı bırakmasını ve doğacak çocuğa babasının kim olduğu konusunda yalan söylemesini istiyorken? Bu noktada dizinin hem Frank’in hem de Claire’in karakteri konusunda izleyicileri biraz farklı – ve hatta yanlış- yönlendirdiğini düşünüyorum.

Bölümün devamında Frank ABD’deki bir iş teklifini kabul etti, Claire ve Frank yeni bir hayata başlamak üzere Boston’a gittiler. Claire Jamie’nin hayaleti peşinde koşturmayı bırakacağına söz verdi. Doğacak çocuk da babasının Frank olduğunu sanacak ve gerçek babası hakkında bir şey bilmeyecek. Frank ve Claire’in 1948 yılındaki hikayesini burada bıraktık ve Ronald D. Moore‘un şurada yaptığı açıklamaya göre de bu sezon bir daha bu zamana geri dönmeyeceğiz.