Bölüm İncelemesi: Supernatural 11. Sezon “Don’t Call Me Shurley” & “All in the Family”

14410
Don't Call Me Shurley

Supernatural 11. Sezon 20. Bölüm Don’t Call Me Shurley ve 11. Sezon 21. Bölüm All in the Family bölüm incelemeleri ile karşınızdayız.

Öncelikle, Supernatural‘ın 11’inci sezonuna ilişkin en önemli iki bölümün incelemesini hem biraz geç hem de ikisi bir arada yapma durumundan dolayı biraz içimiz buruk. Ancak bu iki bölümün toplu olarak incelenmesi hem hikaye akışı, hem de içeriğin toparlanması adına çok daha isabetli olacak sanırım. Bunun sebebini aşağıda yazacağım, ancak belirtmem gerekiyor ki, bu iki bölüm “ne kadar iyi?” sorusundan ziyade “ne kadar önemli” diye soracak olursak, sanıyorum Supernatural tarihinin en önemli iki bölümünü geride bıraktığımızı söylemek yanlış olmayacaktır.

Neden?

Nedeni çok basit…

11 sezon boyunca beklediğimiz, göremediğimiz, varlığı hakkında kanıt sahibi bile olamadığımız, “Nerede, ne yapıyor, derdi ne bunun?” diye sorduğumuz varlık, en önemli varlık yani “Tanrı” nihayet bizlere yüzünü gösterdi.

Evet…

Supernatural tarihinde Baş Meleklerin, Baş Şeytanların, Lucifer’ın ve hatta Winchester biraderlerin bile alay konusu olmayı başaran “God” yani “Tanrı” nihayet yüzünü bizlere gösterdi. Supernatural’ı dikkatle takip eden “Fan” kitlesi olarak adlandırabileceğimiz kesimin çok önceleri dile getirdikleri ve öngördükleri üzere Tanrı yani God, daha önceki sezonlarda Supernatural adlı kitabı yazan yazar Chuck çıktı.

Yazar olarak yazdığı Supernatural serisinde yazdığı tüm olayların gerçekleştiği, Sam ve Dean ile karşılaştığında şaşkınlıktan dilini yutan, yaşananlara anlam veremeyen, başlarda kendisi için “Sanırım ben Tanrı olmalıyım?” şeklinde bir cümle de kuran, sonrasında kendisinin bir “Prophet of the Lord” olduğuna yani Peygamber olduğuna karar veren, Tanrı tarafından gönderilen Script’leri yani el yazmalarını okuyabilme kabiliyetine sahip olan Chuck… Bizleri çok fena trollediğini itiraf etmiş oldu aslında.

Bunca zamandır insanların arasında yaşayan, insan gibi olmanın ne demek olduğunu keşfetmeye çalışan, dahası “Deizm” yani “Tanrı vardır ancak evrende hiçbir şeye müdahil değildir” inancının tam karşılığı haline gelmeyi seçmiş olan God, bu bölümde yüzünü göstererek her şeyin aslını öğrenme dürtümüze cevap olma ihtimalini sundu.

Ne var ki Tanrı, aslında pek de beklediğimiz gibi bir varlık değil gibi…

Hepimizin kafasında oluşturduğu Tanrı figürü inancımıza göre farklılıklar ihtiva etse de temelde benzer özelliklere sahiptir. Tek, ezeli, ebedi, sınırsız güç sahibi, her şeye hükmedebilecek kadar akıl almaz…

Bizim bu bölümlerde gördüğümüz tanrı bu tanımlamalara pek uymuyor gibiydi…

Tanrı’nın varlığıyla birebir olarak ilk yüzleşen kişi “Metatron” oldu. Bu bölümlerde Metatron’un biraz daha farklılaştığına şahit olduk. Keskin mizah anlayışı ve fikir yürütme yeteneği sayesinde zaten Metatron’un her ne kadar egosuna yenik düşmüş olsa da “kötü olmadığı” kanısına varmak üzereydik aslında. Dean’i öldürmüş olması bile bu fikrimizi pek değiştirmemişti. Metatron cennetin haylaz çocuğu rolünü oynamaktaydı. Ancak daha önce Castiel’de de rastladığımız “Tanrısal güce erişince zıvanadan çıkma” olayını yaşamıştı.

Bu bölümlerde Metatron’un Chuck ile karşılaşıp onun Tanrı olduğunu farkedemeyişine, sonrasında Chuck’ın bizzat kendisini gösterip Metatron’u şaşırtışına şahit olduk. Ancak yine gördüğümüz şuydu ki Tanrı’dan korkma seviyesi bizlerin tahmin ettiğinin çok gerisindeydi. Hatta bir ara Metatron’un Tanrı’ya bizzat atar-gider yaptığına şahit olduk.

Özetleyelim…

Tanrı, yaşanan tarihin etkisiyle, insanlarına müdahil olmasının, onları yönlendirmesinin ya da eğitmesinin, cezalandırmasının bir sonuç vermeyeceğine ikna olmuş. Bu sebeple çocuklarını, yani biz insanlarını kendi hallerine bırakmaya karar vermiş. Kendi yolumuzu bulmamızı istemiş. Tabi bu esnada diğer “Supernatural” varlıklar
boş durmamışlar. İnsanlığa dünyayı zindan etmek için her türlü pisliği yapmaya başlamışlar. Bu esnada insanlar yakarışa, duaya devam etmiş, Tanrı müdahil olmadıkça insanlar daha çok kilise yapmışlar, daha çok cami yapmışlar, daha çok ibadet etmişler, daha çok beklemişler, ancak Tanrı hiç oralı olmamış. Sonrasında Tanrı’nın ortadan kaybolduğunu hisseden melekler ve şeytanlar arasında amansız bir mücadele başlamış. Bizim bildiğimiz zamandan çok öncesinde ise kutsal kitaplarda belirtilen olayların aslında yanıltıcı içeriğe sahip olduğunu görüyoruz.

Misal Tanrı, en başta yalnız değilmiş… En başta sadece Tanrı yokmuş. God ve Darkness varmış. Tanrı, varlığın ve ışığın, Darkness ise yokluğun, hiçliğin ve karanlığın benliğiymiş. Tanrı, yaratma ve var etme gücüne sahipmiş, Darkness ise yok etme gücüne…

Hal böyle olunca God, yaratmaya ve denemeye başlamış… Ancak o her yarattığında Darkness onun tüm yarattıklarını yutup yok etmiş… Bu hikayeyi dinlerken aslında Karanlığın, Tanrı’nın ablasıymış gibi olduğu izlenimine kapılıyoruz. Zira Chuck tüm bunları anlatırken Darkness’dan ablasıymış gibi bahsediyor.
Burada big bang ve öncesindeki karanlığın ışıktan daha eski olduğu düşünülebilir. Böyle bakınca karanlığın abla olma rolü çok anlamsız değil. Her neyse; nihayetinde biz de başlangıçta bu iki gücün çatışmakta olduğunu, kardeş olmalarına rağmen birbirleriyle pek de iyi geçinmediklerine ikna oluyoruz.

Nihayet Tanrı, yarattıklarını Karanlığın yok etmesinden bunalmış olacak ki Baş Melekleri, yani Gabriel, Uriel, Michael, Raphael ve Lucifer‘ı yaratıyor. Bunları yaratmasındaki temel amaç ise bir bölümün yaratılanları koruması, diğer bölümün, yani Lucifer’ın ise Karanlığı yok etmek için God’a yardımcı olması.

Yani iş biraz matematiğe kayıyor. Yaratma gücü olan varlık ile yok etme gücü olan varlık eşit güçte. Yaratma gücü olan varlık eşitliği bozmak için kendi tarafının ağır basmasını sağlayacak yeni varlıklar yaratıyor. Bu açıdan aslında Lucifer’ın ne kadar özel bir varlık olduğunu kavrıyoruz. Tanrı, Karanlığı yenmek için kendisine çok güçlü bir kumandan yaratıyor. Lucifer, kendisini bu özelliklerle yaratan babasına, yani Tanrı’ya aşk derecesinde bir tutkuyla bağlı… Babasıyla beraber Darkness’a karşı savaşmayı kabul ediyor. Darkness’ı yok edemiyorlar, ancak onu kafeslemeyi, kitlemeyi başarıyorlar. Bu mühür başta Lucifer’ın elinde… Onun aracılığıyla kafes kapalı tutuluyor. Derken Tanrı yaratmaya devam ediyor, ancak başarısız yarattıkları da oluyor.

Misal Leviathan’lar…

Tanrı Cenneti, Cehennemi yaratıyor ancak kusurlu yarattıklarını koyacak bir yer bulamayınca ne cennet ne cehennem olan Araf’ı yani Purgatory’i yaratıyor. En güzel yarattığı olan insanları yaratana kadar kusur bulduklarını Araf’a atıyor. Bu esnada Baş Melekler ve Melekler, Tanrı’yı neden yeni bir varlık yaratma ihtiyacı duyduğu konusunda sorguluyorlar. Kendilerinin yetersiz olduğunu düşünmeye başlıyorlar ancak Tanrı bunun sebebini en iyi kendisinin bileceğini ve sorgulanmaksızın kendisine inanılmasını emrediyor.

Metatron dizinin bir yerinde “sen kapıdan girip beni seçip ışığınla donattığında” diye bir cümleye başlıyordu, ancak Tanrı onun sözünü kesip “ben seni seçmedim, kapıya en yakın olan sendin” diyor. Burada Metatron’un hayal kırıklığını gözlerinden okuyabiliyoruz.

Nihayetinde Winchester’lara “sizi bu sebeple seçtim” diye Tanrı’nın meleğine “seni seçmedim, tesadüftü” tepkisi, Tanrı’nın insanları meleklerden daha çok sevdiğini ve önde tuttuğunu gösteriyor.